| Yazar | Mesaj #17622 01-10-2009 19:17 GMT+2 saat | |||||||
|
| Tecrübe Puanı.: 96% |
Ruh Hali: Neþeli
|
| Mesaj 4213 |
| Şehir: istanbul |
Ülke: ![]() |
| Meslek: gecelerin adamı :)) |
| Yaş: 37 |
Atatürk Dönemi Türk Eğitim Tarihi
ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK EĞİTİM TARİHİ
I. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK EĞİTİMİNE GENEL BİR BAKIŞ
Atatürk dönemi Türk Eğitim tarihi TBMM’nin kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar, yani 1920-1938 yılları arasını kapsamaktadır. Bu dönemi de eğitim oluşumları, hareketleri ve inkılapları olarak ele almak zorundayız.
Bu dönemi incelemeye geçmeden önce sarih bir süreç içinde oluşur felsefesinden yola çıkarak, bu dönemi hazırlayan etmenleri incelemeliyiz.
Gerek Osmanlıların istemeleri gerek Batı ülkelerinin zorlamaları ve gerekse Avrupa’daki çalkantılardan dolayı, Osmanlı Devletine sığınan Batılı subayların çalışmalarıyla Osmanlılar önce askeri alandan başlayarak geleneksel doğu sistemini terk etmeye başladılar. (Ergün, 1997)
Bu çalışmalar sonucunda Osmanlı Devletinde Tanzimat, I. Ve II. Meşrutiyet hareketleri meydana geldi. Bu aşamalardan sonra “Cumhuriyet” yönetim biçimine karar verilerek eğitim sistemi de ona göre şekillendi.
Daha sonra 1924’de çözümlenecek tartışmalar neticesinde Hamdullah Suphi Bey’in başkanlığında, içlerinde Necati Bey’in bulunduğu 12 kişilik “Maarif Encümeni” kuruluyor. 1920 yılında TBMM’nin ilk Maarif Vekilliğine Rıza Nur Bey, Meclisçe seçiliyor. İstanbul da “Maarif Umumiye Nezareti” Ankara’da öğretmenleri kendi yanına çekmek isteyen “Maari Vekaleti” kuruluyor.
Kurtuluş Savaşı döneminin en önemli sorunlarından biri de ilköğretim ve özel idarelerden maaş alan öğretmenlerin maaşı sorunuydu. Öğretmenlerin maaşı her vilayetin “Muhasebe-i Hususiye” adlı özel bütçesinden verilirdi. İdare-i Hususiye-i Vilayet Kanunu’na göre her vilayetin tahsildarları halktan vergi toplarlar ve kendi sınırları içinde çalışan memurlara maaş verirlerdi. (Ergün, 1997) Bunun dışında “Hisse-i Maarif” denilen ilkokul, öğretmen okulu ve idadi öğretmenlerinin maaşları verilirdi.
Savaş dönemi maaşını alamayan öğretmenler türlü fedakarlıklar yapması da bir sonuç vermeyince, Mecliste bir açıklama yapan Rıza Nur Bey, bu sorunun bütçe yetersizliği ve özel idare memurlarının kastinden olduğunu ve bu maaşları vermeyen memurların belirlenip Bakanlığa bildirilmesini istemiş ve sekiz maddelik yasa tasarısı hazırlamıştır. Bu dönemdeki bir diğer önemli sorun ise 1920 Aralık’ında, sultanilerin lağvedilip yerine idadilerin kurulmasıdır. Bu da orta öğretim sürecinin iki yıl kısaltılıp kısaltılmaması sorunudur.
Hamdullah Suphi Bey eğitim politikasında bazı değişiklikler yaparak bazı yüksek okulların ve sultanilerin dışından bütün ilk ve orta öğretimin amacının “işçi” yetiştirmek olduğunu belirtiyordu. Ve bu dönemdeki en önemli etkinlik 1921 Maarif Kongresi olmuştur.
A. 1921 MAARİF KONGRESİ VE ÖNEMİ NEDİR?
14 temmuz 1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi yurdun her tarafından gelen 250’den fazla erkek ve kadın öğretmeni bir araya getirmiştir. Kongreyi Mustafa Kemal cepheden gelerek açmış ve çok önemli bir açış konuşması yapmıştır. Ayrıca öğretmenlerin teker teker elini sıkmıştır. (Akyüz, 1997)
Mustafa Kemal’in kongreye açtığı ünlü açış konuşmasından bazı önemli bölümleri şunlardır: Mustafa Kemal Kongreden “Türkiye’nin milli maarifini kurmasını” ister ve “milli maarifi” açıklar: “şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklere hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden Doğudan ve Batıdan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi özelliğimize uyumlu bir kültür anlıyorum” demiştir. Bu konuşmasıyla öğretmenlerin gelecekteki kurtuluşlarımız olduğu vurgulanırken, ele alınan başlıca konular ise ilkokul ve orta öğretim programları ve köy öğretmeni yetiştirilmesidir. Köy öğretmeni yetiştirilmesi problemini derinlemesine incelemeye çalıştığımızda;
Köye göre öğretmen yetiştirmenin köy eğitiminin gelişimi ve buna paralel olarak ülkenin sosyal ve ekonomik kalkınması bakımından önemli, Cumhuriyetin ilanından sonra da sık sık ele alınmıştır. Nitekim İkdam gazetesi başyazarı Ahmed Cevdet 1924’te, bu noktaya temas ederek, köy öğretmeni yetiştirme meselesinin acilen ciddi bir şekilde ele alınmasını isteyecekti. (Ahmed Cevdet “Köy Mektepleri Muallimliği” İkdam, 14 Ağustos 1924) buna istinaden Ali Haydar (Taner) köy öğretmen okulları kurulmasını teklif etmiştir. 1925 yılında Türkiye’ye gelen Almanya Ticaret ve Sanayi Bakanlığı müşaviri Dr. Alfred Künhe ise; MaarifVekaletine sunduğu raporda ayrı köy öğretmen okulları kurulmasına gerek görmeyerek mevcut ilk öğretmen okullarında Ziraat eğitim ve öğretimine daha fazla önem verilmesini yeterli görüyordu. (Öztürk, 1996) 1926 yılından itibaren Mustafa Necati Bey’in önderliğinde çalışmalar başlatılsa da onun ölümüyle son bulmuştur.
Kurtuluş Savaşı döneminde azınlık ve yabancı okulların durumuna baktığımızda ise, yalnızca Aydın ve Bursa illerinde 652 Rum okulu ve 91568 öğrenci bulunduğunu iddia etmekle beraber, Yunanlılar o yıllarda Anadolu’daki tüm okulların sayısının 2228, öğrenci sayısını 187577, öğretmen sayısını da 4930 olarak gösterirler.
Bu verilerden de çıkarabileceğimiz sonuç; Rum ve Yunanlıların Türklerin kendilerine tanıdığı eğitim ve öğretim hakkını, Türkiye’ye karşı propaganda amacıyla kullanmıştır. Rakamlar abartılı olmasına rağmen o yıllarda Anadolu’da çok sayıda Rum okulu ve öğretmeni bulunuyordu. Bu dönemdeki en önemli unsur, Kurtuluş Savaşının kazanılması için halkın eğitilmesi gerekiyordu. TBMM hükümeti, öğretmenlere, aydınlara, bazı isyan bölgelerinde, isyancıları doğru yola getirmek için kurulan nasihat heyetlerinde ve daha genel olarak, halkı Milli Mücadelenin amaçları hakkında aydınlatmaları amacıyla görevler verilmiştir. Halkı eğitmenin ana amacı halkı milli dava yolunda bilgilendirmek, birleştirmektir.
Bu dönemin ilk ve orta öğretiminin düzenlenmesi için 1921 yılı ortalarında vekalet, bir yasa tasarısı hazırlamıştır. Bu tasarıya göre:
o İlkokullar altı yıldan dört yıla indirilip, bu dört yıl sonunda bir yıl da isteğe bağlı öğretim yapılacaktı.
o Köy bünyeli işçi mektepler kurulacaktı.
o Orta öğretimde ilköğretim gibi dört yıl olacaktı.
Anadolu’da yüksek öğrenimin, üniversitenin temeli Maarif Vekaleti, 3 Aralık 1921’de başlanılmasını planladığı “Ali Dersler” programının Bakanlık Özel Kalemine yaptırılmasıyla başlanmıştır.
Bu dönemlerde eğitim alanında bir çok değişiklik olmasına rağmen Bakanlığın merkez örgütü, 1923 yılında, İ. Safa Bey’in başkanlığı sırasında yeniden kurulmuştur.
B. BİRİNCİ HEYET-İ İLMİYE
Bakanlığın Maarif Heyet-i İlmiyesi’nin 15 Temmuz 1923’te başlayan toplantısı, hazırlık dönemi Cumhuriyet eğitiminin en olumlu çalışması, Maarif Şuralarının bir çeşit başlangıcıdır. Artık cephe savaşı kazanılmış, eğitim savaşına başlanacaktır. Burada Türkiye’nin bütün eğitim sorunları inceden inceye konuşulmuştur.
Birinci Heyet-i İlmiye toplantısı sonucu kurumları temsil etmek amacıyla üyeler seçilmiş ve birçok alanda incelemelerde bulunmuştur.
15 Temmuz 1923’te başlayan heyetin ilk toplantısında Safa Bey yaptığı konuşmada ”son düşman askerinin denize dökülmesinden itibaren bütün güçlerin eğitime çevrildiğini ve ülkenin “hakiki kurtuluş”unun eğitimden beklendiğini vurgulamıştır. (Heyet-i İlmiyenin İlk İçtimaı”, Hakimiyet-i Milliye Gaz., 16.7.1923, Öymen, H.R. “Cumhuriyetin İlk Devrimci…”
birinci Heyet-i İlmiye, Tevhid-i Tedrisatın ilk basamağı olabilecek aldığı bazı karalar şehit çocuklarını himaye eden Darüleytamlar ve askeri okulları ancak bakanlık inçiyle açılabilecektir. İlköğretim sonrası tamamlama sınıfları ve mesleki idadiler Bakanlığa bağlanacaktı. Alınan karlar şunlardır:
· İlköğretim 6 yıldır.
· Maarif Vekaleti’nden başka bakanlıklar ilköğretim yaptıramaz. Yabancılar dahil bütün özel okullar Maarif Vekaleti’nin denetimi altındadır.
· Küçük köyler için seçilecek yerlerde “Leyli Köy Mektepleri” (Yatılı bölge okulları gibi) kurulup gezici öğretmenler tahsis edilecek.
Hazırlık ve kuruluş dönemindeki bunca çalışmalardan sonra belirli bir eğitim zihniyeti oluşmaya başlamıştır. Türk eğitiminin günümüzde dahi devam eden o zamanki sorunlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Öğretmen, para, genel eğitim yasası, eğitim örgütü, belirli bir eğitim politikası ve prensiplerin ve hatta sistemlerin bulunmayışı şeklinde sıralayabiliriz.
Genel itibariyle cumhuriyet dönemi eğitiminin temel özellikleri şunlardır:
Dönemin siyasal, ekonomik, hukuki, kültürel değişmeleri gerçekleştirildiğinde toplumun yüzde onu bile okur-yazar olmadığı için bunların kitlelere benimsetilmesi ve kökleşmelerinde eğitiminin bulunabileceği rol her zamankinden fazla anlaşılmış ve eğitime bu nedenle önem verilmiştir. (Akyüz, 2001)
Atatürk “Başöğretmen” ünvanıyla ders verip sayısal bakımdan önemli gelişmeler sağlamıştır.
1924’te çıkartılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretim birliği) kanunu ile tüm okulların Maarifvekaletine bağlanmasıyla medreseler kapatılmış, böylelikle eğitimin laikleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi sağlanmıştır.
Tarih ve dil konularında milli bir amaca yönelmeye başlanmakla beraber bu hedef doğrultusunda 1 Kasım 1928’de Latin harfleri kabul edilmiştir.
İlkokul öğretmenlerin maaşları 1948’den itibaren devlet bütçesinden ödenmeye başlanarak köy için eğitim ve öğretmen konusunda önemle durulmuştur.
Halk eğitimine, eğitim bilimlerine, eğitim sorunlarına ve milli eğitim politikası gibi pek çok konuda kararlar alınmıştır.
A. TEVHİD-İ TEDRİSAT NEDİR?
Osmanlı Devleti 1776’dan itibaren Batı örneğine göre askeri okullar ve tazminat yıllarından itibaren de Rüşdiye, idadi, sultani gibi ortaöğretim iptidai gibi ilköğretim kurumları açılmış ve Darulfünün’unda kurulmasıyla Maarif Nezaretine bağlı bu mekteplerin yanında Meşriyati , Şeriye ve Evkaf Nezaretine bağlı medreseler ile Sıbyan Mektepleri etkilerini sürdürmüşlerdir.
Bunların haricinde azınlık ve yabancı okullarda ülke içinde açılmayan başlayıp faaliyetlerini sürdürmüşler bir çok karışıklıktan biran önce kurtulmak için 3 Mart 1924’te 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğrenimlerin birleştirilmesi anlamına gelen bu kanunla getirilen düzenlemeler şunlardır:
Madde1: Ülkedeki tüm bilim ve öğretim kurumları Maarif Vekaletine bağlanmıştır.
Madde 2: Şeriye ve Evkaf Vekaleti ya da özel vakıflarınca idare edilen tüm medrese ve mektepler Maarif Vekaletine bağlanmıştır.
Madde 3: Şeriye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekteplere ve medreselere ayrılan para Maarif bütçelerine geçirilecektir.
Madde 4: Maarif Vekaleti yüksek din uzmanları yetiştirmek için Darulfünun’da bir ilahiyat fakültesi imam ve hatip yetiştirmek için de ayrı mektepler açacaktır.
Bu maddelerden de anlaşılacağı gibi Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ya da onun sonuçları olarak eğitimimize aşağıdaki yenilikler ve değişiklikler getirilmiş olmaktadır: (Akyüz, 2001)
1.Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Uygulanması
Tüm eğitim ve öğretim kurumları eğitim bakanlığına bağlanıp işlerin tekrardan yönetilmesi sağlanmıştır (Askeri okulların yönetimi milli savunma bakanlığına bağlanmıştır).
Medreselerin kapatılması Eğitim Bakanı Vasif Çınar’ın 11 Mart 1924 tarihli bir genelgeyle gerçekleşip 16.000 kadar medrese öğrencisi ilk, ortaokul, lise ve öğretmen okullarına aktarılmıştır. İmam ve hatip mektepleri de 6 yıl sonra kapatılmasına “laiklik” doğrultusunda önemli adımlar atılmıştır. Laiklik 1937’de anayasamıza girecektir.
3 Mart 1924 yılında sadece Tevhid-i Tedrisat Kanunu ilan edilmemiş 429 sayılı kanunla şeriye ve evkaf vekaleti kaldırılmış, 431 sayılı kanunla hilafet (halifelik) kaldırılarak Osmanlı hanedanı mensupları yurt dışına çıkarılmıştır.
30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı kanunla tekkeler, türbeler kapatılmış, tarikatlar kaldırılıp, 1933’de ilahiyat fakültesi kurulmuştur. Ayrıca ilk ve ortaöğretimde din derslerinin saatleri azaltılmış, bu dersler bir süre sonra tamamıyla kaldırılmıştır.
2.Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Yabancı Okullara Yansıması
Öğretimin birleştirilmesiyle ülkedeki farklı isimler altında faaliyet gösteren bütün eğitim ve öğretim kurumlarının denetim altına alınmasıdır.
Bu kanun ile getirilen laiklik ve millilik prensibiyle yabancı okulların öğretim faaliyetleri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırabilmek için getirilen kurallar şunlardır:
Yabancı okullarda mabetler dışında dersane ve salonlarda bulunan dini semboller salip, heykel, dini tasvirler vb. kaldırılacaktır.
Müslümanların ve başka mezhepten öğrencilerin okullardaki dini ayinlere katılmaları yasaktır. Bunun için sık sık denetlemeler yapılarak suçlular cezalandırılacaktır. (Sezer, 1999)
Başlangıçta pek çok okul riayet etmek istemese de İstanbul’daki bazı Fransız ve İtalyan okulları dini sembolleri kaldırmadıklarından dolayı kapatılmışlardır. Buna rağmen Fransız ve İtalya gibi ülkeler okullarının yeniden açılmalarını istemeleri üzerine Türkiye Cumhuriyeti yabancı okullar siyasetini şöyle belirtmiştir.
Okullar mezhep yönünden tarafsız olarak ve derslerde milli hislere yer verilecektir.
Türkiye’de medreselerin kaldırılması üzerine Türk okullarına uygulanan bu durumdan Hıristiyan okulları istisna edilemeyecek.
Konu bir iç mesele olduğundan yabancı hükümetlerin protestoları dikkate alınmayacaktır. (Sezer, 1999)
Bu kanunla yabancı okullar sıkı denetim altına alınmış ve cumhuriyetin yabancı okullar politikası bundan sonra yayınlanan bazı kanun ve kararlarda açıkça ortaya konulmuştur.
B. CUMHURİYET DÖNEMİNDE EĞİTİMİN RESMİ TEMEL AMAÇ VE İLKELERİ
Bu dönemdeki eğitimin başlıca amacı; her düzeydeki okullarda cumhuriyet rejiminin gerektirdiği ve yeni Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu nesiller yetiştirmek olmuştur. Eğitim Bakanı İsmail Safa Özler’in 8 Mart 1923 tarihli bir genelgesinde “Eğitimin amaçları” şöyle gösterilir:
Nesillerin milli varlıkları ile çatışmaya her fikre saygılı olması, okulların ülkeyi iktisadi esaret altında bırakmayacak, kafalar yetiştirmesi her şeyden önce güçlü ve azimli nesiller yetiştirmek gibi ilkeler olan genelgede “Öğretimin temel amacı” olarak da Atatürk’ün şu sözleri gösterilmiştir: “Bilgiyi insan için bir süs baskı aracı veya medeni bir zevkten ziyade maddi hayatta başarı sağlayan uygulamalı ve hesaplanabilir bir hale getirmek.” (Akyüz, 2001)
O dönemin Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar’ın 8 Eylül 1924 tarihli genelgesinde eğitim ve öğretimin temel amaçları şöyle özetlenmiştir:
Eğitimin milli esasları ve batı medeniyetinin yöntemlerine dayanması
Çocukları kalplerinde ve ruhlarında cumhuriyet için fedakar olmaları ülküsünü taşımaları.
Okulların insan ilişkileri toplumsal yaşama kuralları, vicdan ve fikir hürriyeti ve bilinçli sorumluluk sahibi olması.
Okulların ilim ve okuma zevkini vermeyi halka sağlığın değerini ve sağlıklı olmanın yollarını öğrenmesi ve beden ve fikrin dengeli gelişmesi ve çocuklarda hür ve makul bir disiplin oluşturması gibi amaçları vardır.
A. ATATÜRK’ÜN TÜRK EĞİTİM TARİHİNDEKİ YERİ
Atatürk’ün eğitimimizin durumuna ilişkin başlıca gözlem ve teşhislerini maddelersek:
Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır.
Eğitim-öğretim yöntemlerimiz uygun değildir.
Çocuklarımızın üzerinde ailenin baskısı vardır.
Bir milletin yükselmesi de alçalması da eğitimin milli olup olmasıyla ilgilidir. Bizim eğitimimiz ise milli değildir. Atatürk’e göre; milli olmayan eğitimimizin yüzyıllardır süren felaketlerimizin temel sebeplerindendir.
İstikrarlı eğitim politikamız yoktur.
Eğitimimizin amacı kendini, hayatı bilmeyen , her konuda yüzeysel bilgi sahibi tüketici insan yetiştirmek olmuştur.
B. ATATÜRK’ÜN EĞİTİMİMİZ İÇİN ÖNERİLERİ, İSTEKLERİ, TALİMATLARI
Onun yaptığı inceleme , gözlem ve teşhislerinden öneri ve isteklerini neler olduğu belli olsa da belli başlıklar altında incelememiz gerekmektedir:
Gelecek nesiller Türkiye’nin bağımsızlığını koruyacak, cumhuriyeti koruyup yükseltecek biçimde yetiştirilmelidir.
Eğitim milli , bilime dayalı ve laik olmalıdır.
Eğitim işe yarar, üretici ve hayatta başarılı olacak insanlar yetiştirmelidir.
İşte Atatürk gerilememizin önemli nedenlerinden biri olan memur olmaya aşırı düşkünlüğü ortadan kaldırmaya çalışmış yeni ve aktif bir insan tipi yetiştirmeyi hedef göstermiştir. Ona göre bilgi, bir süs, zevk ya da baskı aracı değil hayatta başarıyı sağlayan kullanılabilir bir araç olmalı, her öğretim düzeyinde iktisadi hayatta etkili olacak uygulamalı bilgiler kazandırmalıdır. (Akyüz , 2001)
· Eğitim çocuğa hürriyet vererek, yeni nesillere de fazilet,fedakarlık, düzen, disiplin, kendine ve milletimizin geleceğine güven duygularını geliştirmelidir.
· Eğitim toplumu cehaletten kurtarmalı , onun bilgi ve ahlak düzeyini yükseltmeli, kabiliyetlerini ortaya çıkarıp geliştirmelidir.
Atatürk toplumumuzun bilgisizliğini, felaketimizin en önemli nedenleri arasında görüldüğünden bilgisizliğin süratle ortadan kaldırılması gerektiğini her zaman ifade etmiştir.
C. HEYET-İ İLMİY E TOPLANTILARI
1. İkinci Heyet-i İlmiye Toplantısı :
Bu toplantının amacı Türk eğitim sistemini yeni devlet düzenine uydurmak eğitim binasını yeniden kurup laik bir eğitim zihniyeti yerleştirme çalışmalarıdır. Bu heyetin toplanma amacını Maarifvekili şöyle açıklıyordu:
Cumhuriyetin hakiki mihrap ve gaye halinde müebbet yaşaması bizim için en esaslı hedeftir. Yeni nesilleri kuvvetli bir iman, hakiki bir seçme ile yetiştirmek için terbiye ve Maarifsistemlerimizde değişiklik yapmak lazımdı. Bunun esaslarını belirlemek için mustedir ve mütehassıs birçok kişileri Ankara da topladık
İkinci heyet-i ilmiyenin aldığı kararlar şöyledir:
· Mecburi öğretim bir yıl kısaltılıp beş yıl olmalıdır.
· Lise öğretimi de altı yıl olup ilk üç sınıfına “kısm-i evvel” kalan üç sınıfa da “kısm-i sani “ denilip kız liselerimizin de öğretim süresi erkek liselerine eşit olması kabul edildi.
· Kız ve erkek lise programları aynı olup yalnız ilk kısımda kızlar bazı meslek dersleri göreceklerdir.
· Öğretmen okullarının öğretim süresi beş yıla çıkartılıp programa içtimaiyat dersi eklenecektir.
· İstanbul erkek muallim mektebinin yüksek kısmının Darülfünun’a bağlanıp “yüksek muallim mektebi” adını alması kabul edildi.
· Bakan vasıf Bey in eğitimin aşağı tabakalara inebilmesi için “idareyi hususiye” vergisinin kaldırılması kabul edilmiştir.
· Liselerin üst sınıfları için yarışma usulü kitap yazdırılmaması bu sınıfların ders kitaplarının uzmanlara yazdırılıp tercüme ettirilmesi kararlaştırılmıştır.
2. Üçüncü Heyet-İ İlmiye Toplantısı
26 Aralık 1925 – ocak 1926 tarihleri arasında Maarif Vekili Necati Bey başkanlığında, başkanlık ileri gelenlerinden önemli liselerin müdürlerinden ve müfettişlerden oluşan 19 kişilik bir heyet halinde toplanmıştır.
12 oturum olarak yapılıp şu kararlar alınmıştır:
· Devlet ve il bütçelerinden maarife ayrılan parayı en verimli bir şekilde kullanıp, okulları, okumak için başvuran bütün çocukları alabilecek şekilde genişleterek önlemleri almak.
· Liselerin azaltılıp, öğretmen okulları ve meslek okullarının belirli merkezlerde toplanması ve kuvvetlendirilmesi.
· Yatısız orta okullarda karma eğitimi yapılıp stajyer öğretmenlere meslek eğitiminin verilmesinin sağlanması.
· Öğretmenlerin terfileri için yasal temeller konulup, eğitim ve öğretim işleriyle meşgul olacak bir milli talim ve terbiye dairesi kurmak.
D. KARMA EĞİTİM
Bu sorun ilk defa 1924 yılında, Tekirdağ da kız lisesi bulunmaması dolayısıyla kızların erkek liselerine kaydolmak istemeleri bu sorunu meydana getirmiştir. Birçok tartışmalardan sonra hükümet 1924 ağustosunda ilk okul eğitiminin karma olmasını, kızların erkek okullarına erkeklerin de kız okullarına kayıt olabilecekleri kararı alındı.
Cumhurbaşkanı “ Gazi Paşa “ da 28 Ağustos 1924 de öğretmenler kongresi dolayısıyla Maarifvekili Vasıf Bey in verdiği yemekte yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “ Reisi Cumhurum ve memleket irfanı “ erkek ve kız çocuklarımızın , aynı suretle, bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin ameli olması mühimdir. Memleket evladı her tahsil derecesinde iktisadi hayatta müessir ve muvaffak olacak surette eğitilmelidir.” Demiştir.
1925 sonları ile 1926 yılları başlarında toplanan üçüncü heyet-i ilmiyede yatısız orta okullarda öğretimin karma olması, 1927-1928 öğretim yıllarından itibaren karma ortaokullar kurulması , liseler için de karma eğitime ancak 1934-1935 öğretim yılından itibaren geçilebilmiş tek lisesi olan yerlerde 19 lisede karma öğretime başlanılmıştır.
I. ATATÜRK DEVRİ ÖĞRETMEN YETİŞTİRME POLİTİKASI
A. CUMHURİYET DÖNEMİ ( 1923-1938 )
1.Anaokulu Öğretmeni Yetiştirme Politikası
Cumhuriyet dönemi başlarında ana okullar da nitelikli öğretmen eksikliği bulunmaktaydı. 1923-1924 öğretim yılında Türkiye de toplam 80 anaokulu 5880 öğrencisi olup öğretmen sayısı ise sadece 136 idi. Yani öğretmen başına 43 öğrenci gibi muazzam bir rakam düşmekteydi. 1-20 Mayıs 1925 tarihleri arasında Konya da toplanan Maarif Müfettişleri kongresi tarafından hazırlanan raporda bu gerçek ifade edilmiş ve anaokullarındaki öğretmen probleminin çözümü için şu kararlara yer verilmiştir.
“Vesait-i lazime ihsas edilmeden ve ana mekteplerinde çalışmak için hazırlanmış muallim bulunmadan ana mektepleri açılmamalı. Ana mekteplerine muallim yetiştirmek için Darül Muallimatlar’ın bir kaçından şubeler tesis edilmesi ayrıca bir ana muallim mektebi açılması ve bu mektebin başına da sahib- i ihtisas bir müdirenin getirilmesi lazım olduğu gibi ehliyetli muallimlerden bir kaçının da ecnebi mekteplerinde ihtisas yapmak üzere Avrupa ya gönderilmesi münasip olur.
Bunlardan başka ana okulu öğretmeni yetiştirme faaliyetleri arasında 1927 yılında ana okulu öğretmenliği eğitimi görmek üzere kız muallim mektebi mezunu iki kişi Avrupa ya gönderilmiş ayrıca 1930 Ağustosunda İstanbul kız muallim mektebinde mektepleri ana okulu öğretmenliği için ehliyetname imtihanı da açılmıştır.
Bura da bahsedilen en önemli konulardan biride John Dewey in Türkiye maarifi hakkındaki raporunu dikkate almak gerekir. Bu raporda Türkiye nin çağdaşlaşma yolundaki tercihi hür, bağımsız, laik bir cumhuriyet olmaktır. Bu gayeye ulaşmak için verilecek eğitim ile bağımsız siyasi fikirler ve siyasi kültür aşılanmalıdır. İkinci olarak fertlerin ekonomik ve ticari kabiliyetleri, milli hakimiyet anlayışı kendi kendini idare etme gücü, güzel sanatlara olan ilgileri geliştirilecektir.
Prof. Dewey in üzerinde önemle durduğu diğer ciddi bir nokta verilecek eğitimin yalnızca lider konumunda olan kişilerle sınırlı olmaması, ülkenin bütün insanlarını kapsamasıdır.
Profösörün bu fikirleri, Mustafa Necati Bey in bakanlığı sırasında Türk Milli Eğitim Politikası üzerinde belirleyici bir rol oynayıp 1926 da çıkarılan Maarifteşkilatına dair kanun da bu fikirlerin tesiriyle ilk okul öğretmeni yetiştiren okullar
- İlk muallim mektepleri
- Köy muallim mektepleri diye ikiye ayrılmıştır.
Şehir ve kasaba ilk okullarına öğretmen yetiştirme üzerine birçok görüş ortaya atılmıştır.
Bu reformları esnasında bazı öğretmen okullarının kapatılması pek çok tepkiye yol açmış ve hatta bu konuda milletvekili Süleyman Sırrı Bey tarafından TBMM ye bir de soru önergesi verilmiştir. O TBMM’ de önergesi görüşülürken yaptığı konuşmada bu okulların kapatılmasına maasif vekil İsmail safa bey tarafından sebep olarak gösterilen nitelikli öğretim kadrosu olmadığı şeklindeki görüşe katılmadığı söylüyordu. Ona göre öğretim elemanı bulma probleminin on kolay çözümü, milli mücadelenin bitmesinden sonra cepheden dönen yüksek öğrenim görmüş kişilerin bu okullarda istihdam edilmeliydi. Süleyman Sırrı bey ayrıca acılan 10 erkek ilk öğretmen okulu ile bir kere için ilk öğretmen olunan-ülkenin ilkokul öğretmeni ihtiyacını karşılamaya yetmeyeceğini de ileri sürüyordu. Aynı oturumda Elazığ milletvekili hüsnü bey ise darül muallimin mıntıkaları alırken yatılı hale getirilen ilk öğretmen okulları esler öğretmen yetiştirme özelliği kaybettiğini ve böylece ilk eğitime ağır bir darbe indirildiğini söylüyordu.
2.Mustafa Necati Bey’in İlkokul Öğretmeni Yetiştirme Politikası
Bu dönemde, niteliğin öğretmen okulları lağvederler okul sayısı sınırlandırılırken, bu sınırlı sayıdaki öğretmen okullarının teşkilat, kadro ve bina bakımından geliştirilmesine başlanmış bu işlere kaynak sağlamak için muallim mekteplerine muavenet hakkında kanun tasarısı TBMM’ye sunulmuştu Necati beyi 22 nisan 1926’da TBMM’de yaptığı konuşmada bu kanun tasarısının amaçlarını şöyle açıklar.
Her sene üç bin muallime ihtiyada olup, şimdiki muallim vekillerini 100-150 mevcut olup bu mektepler için elimizdeki muallimler kafi değildi. Bu sebeple her sene üç bin muallim memlekete çıkıp Türkiye Maarifi on sene zarfında kendine lazım olan sayıya ulaşacaktır.
Atatürk devri öğretmen yetiştirme politikasında çok önemli bir yere sahip olan ve 22 nisan 1926’da kabul edildikten sonra 2 Mayıs 1926 tarih ve 361 sayılı Resmi Ceride’de yayınlanarak yürürlüğe giren muallim ve mekteplerine muavenet hakkında kanunda konuyla ilgili şu hükümler bulunur. (Öztürk, 1996)
Madde 1-Maarif Vekaleti tarafından tersip olunarak mahallelerde yeniden yapılarak on muallim mektebinin irsaat ve teciratına yardım olmak üzere 1926 senesi iktidarında itibaren beş sene müddetle her vilayet kendi bütçesinin %10 u nisbetinde iştirak eder. Bu hakkın için ayrılarak ictimai tahsisat Maarif Vekaleti emrine verilir.
Madde 2- bu mekteplerden yetişecek muallimleri iştirakleri nisbetinde vilayetlere tevzi olunur.
Madde 3-Maarif Vekaleti iş bu parayı birinci maddede zikrolunan muallim mektepleri inşaatıyla tesisatına tarede.
Bu maddelerden de anlaşılacağı gibi on öğretmen okulunun inşaşı için gerekli parayı sağlaması hedefliyordu. Bu nedenle Maarif Vekaleti, söz konusu kanunda bazı değişiklikler yapar. 843 numara ve 20 Mayıs 1926 tarif muallim mektepler muavenet hakkındaki 22 Nisan 1926 tarih ve 8 numaralı kanun Müzeyel Kanunu çıkarttı. Maarif Vekaleti, bütün maliye memurlarına bir genelge göndererek herkes üzerine düşen görev ve sorumluluklara titizlikle ve sorumluluklara titizlikle sahip çıkmalarını istedi.
1919-1938 dönemi ilkokul öğretmeni yetiştirme politikasının temeli Necati Bey’in ölümünden Atatürk devrinin sonuna kadar dönemde şehir ve kasaba ilkokullarına öğretmen yetiştirme çabalarıyla 1933 yılından itibaren gelişen “köycülük” ve köy kalkınması” hareketlerine paralel olarak, yeniden köye öğretmen yetiştirmeye çalışmış, 1932 reformu ile ilk öğretmen okullarının özellikle Riyaziye, fizik, kimya, felsefe derslerinin lise normlarına göre açık olan müfredatları tamamlanmış orta okullar üzerine üç yıl eğitim veren lise dengi bina meslek ve okulu haline getirilerek Riayet ve terbiye gibi mesleki derslerin haftalık ders saatleri getirilmiş bütün dersler ilkokul müfredat programı göz önüne bulundurularak ve uygulamalı bir biçimde verilmesi öngörülmüştür. Bu arada 1931 yılında din dersleri ilk öğretmen okulları müfredatında çıkartılarak yerine , Askerlik ve yurt bilgisi dersleri konmuştur.
I. YAZI, DİL VE TARİH İNKİLABLARININ EĞİTİMİMİZDEKİ YERİ NEDİR?
Türkçülüğün akımının etkisi ile bay bayan sadeleşme hareketleriyle ilk çıkarılan yazının ıslah yada değiştirilmesi meselesi gündeme getirilebilir. Atatürk’e göre Arap harfleri şu nedenlerle
Türkçülüğe uygun değildir.
Öğrenilmesi zorunludur ve toplumda eğitim düzeyinin düşüklüğünün bir nedeniyle 1 kasım 1928 tarihli bir kanunla Latin temeli yeni bir alfabe kabul edilmiştir.
1931 de Türk tarih kurumu, 1932’de Türk Dil Kurumu kurularak Türkçe’nin dünya dillerine kaynak etmiş olabileceği yolunda Güneş Dil Teorisi ortaya atmıştır.
Tüm bu olaylardan amaç, hem batılılıkların tarih, ırk, ayacılık gibi haksız saldırılarıyla bulunduğu Türk insanına haklı bir güven duygusu aşılamak hem de bilim adamlarının yeni araştırmaları olmuştur.
Yazı, dil ve tarih inkılaplarının eğitimimize etkileri şöyledir.
Okur – yazar sayısını arttırmak için çok yeni bir okuma, yazma faaliyeti başlatıldı.
İnkılaplar doğrultusunda sözlükleri tüm basılı ve resimli yayımlar tekrar düzenlendi.
Bir çok öğretmen Türk dili ve Tarih Kurumlarında görev alırken günlük dilde olduğu gibi, bilimsel terimlerde de çok geniş bir Türkçeleştirme faaliyetine girerek yeni terimler yapılmıştır.
O dün emde darülfünunumuz memleket üzerindeki hurafe ve yoldan sapma kuvvetlerine karşı inkılap fikirlerinin mücadele aracı haline gelmiştir.
1933 reformuna gelinceye kadar darülfünunlardan istenen verimi alınmayışının iki sebebi vardır.
1- Darülfünun inkılaplara karşı olumsuz tutum takınmıştır.
2- Darülfünunda ciddi topluma yararlı, bilimsel çalışmalar yapılmamıştır.
1932 yılında Prof. Albert Malche’in hazırladığı raporda belirttiği aksaklıkları ise hocaların sadece ders vermekte yetinmekle, fakülteler arasında işbirliğin olmayışı .
Araştırmanın yapılmadığını, çevirileri ters olarak kabul edip derslerinde çok yüzeysel not tutulur. Öğrenciyi araştırmaya yöneltmeyen, düşünmeden kabule zorlayan, ezberci bir yöntem uygulanmaktadır.
Mayıs 1933’te 2252 sayılı Kanun Darülfünün kaldırmış eğitim bakanlığı İstanbul üniversitesini kurmakla görevlendirmiştir.
1953 reformunun temel özellikleri şöyle belirlenmiştir.
1- Özerklik kaldırılıp üniversite, eğitim Bakanlığına bağlı olarak kurulup, idari yönden herhangi bir açıyla farkı kalmamıştır.
2- Darülfunun hocaları geniş ölçüde olanak, batıda okuyup gelenler doktora şartı aranmaksızın doçent olarak atanması ve nazi baskısından kalan Alman ve Orta Avrupalı profesörlere Bu yabancı profesörlerin Türk üniversite ve bilim hayatında katkısı ile olmuştur.
3- Bir çok öğretim üyesinin yetişmesine katkıda bulunarak çok sayıda öğrenci yetiştirmişlerdir
4- Bir çok enstitü, linic, laboratuarı kürsü kurulmasını sağlamıştır.
5- Çoğu Türkçe öğrenmek onların derse aktarımını da arttırıcı olmuşlardır.
Reform çalışmaları sadece İstanbul da yapılmamış, 1925’te Ankara da Hukuk mektebi 1930’da ziraat enstitüsü, 1935 ‘de Dil ve Tarih Coğrafya fakültesi 1945’te Tıp fakültesi, 1944’de ilahiyat fakültesi kurulmuş. Dil ve tarih coğrafya fakültesinin adını Atatürk vermiş ve Kancıtak 1 Kasım 1937’de Atatürk’ün TBMM’de söyledikleri yüksek öğretim tarihinde önemlidir.
“Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünür. Batı bölgesi için İstanbul bölgesinde başlamış olan düzeltme susamını daha radikal bir şekilde uygulayarak bir şekilde uygulayarak Cumhuriyete modern bir kurum kazandırmak , merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zamandan kurmak lazımdır. Doğu bölgesi Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden okulları ve üniversitesi ile modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçilmelidir.
Halkın bu yeni yazı inkılabını kabulü kolay olmamış biraz tartışmaya neden olmuş.
A. LATİN HARFLERİNİ SAVUNANLAR :
Eski yazı güç ve geç öğrenilmesi ile herkesin bir çok kelimeyi çeşitli şekillerde yazıp ortak bir yazım kuralının olmayışı bu harfler yüzünden yabancılar Türkçe öğrenmek istemiyor ve az çok öğrenim görmüş olanlar bile bu yazıları yanlış okuyorlardı. Yayınları sınırlı kişiler okuyor eğitim yavaşlamıyor buna karşın Latin alfabesine karşı olanların savundukları eski harfler iki üç ayda öğrenebiliyor. Kullanılması kolay olup ste no gibi yazılarak az yer tutmasıdır
Bir imla kılavuzu hazırlanarak imla probleminin ortadan kaldırılması sağlanabilir.
Bir çok yabancının Arapçalar öğrenmeye istekli olup bu gün yazılarda bilinmeyen kelimelerin doğru okunmayıp eğitiminin yaşam olmasının ne denir konuşma dili ile yazı dilinin birbirinden farklı olmasıdır. Düşüncesini savunmuşlardır.
Bir çok aşamadan sonra 1928 yılında Latin harfleri esas alınarak yeni bir Türk alfabesinin oluşmasına başlanmış bu arada TBMM ‘de Türkiye de artık uluslar arası rakamlarının kullanılması yasası çıkartılıp yazı inkılabının önemli adımlarından biri oldu.
Türkiye deki tartışma ve çalışma Avrupa da da taktirle karşılanıyor destekleniyordu.
Baş vekalet 24 Mayıs 1928 tarihli emri gereğince ücreti Haziran ayı ortalarında Latin harflerinin lisanımızda suret ve imkanı tatbikini incelemek için dil encümeni: Yurda ilk toplantısını 26 Haziran 1928 de Gazi Mustafa Kemalin başkanlığında yapar. Bu komisyonun 14 üyesi vardı. Ayrıca bu komisyon ağustos başında 41 sayfalık “ elif bağ raporu “verdi. Komisyonun bu olumlu raporundan sonra Mustafa Kemal Gül hane Parkında Cumhuriyet Halk Fıkrasının düzenlediği halka acık bir toplantıda yazı inkılabını halka şöyle duyurdu “arkadaşları güzel dilimizi ifade etmek için yeni. Türk harflerini kabul ediyorum” bizim güzel ahenctarı zengin lisanımızı yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz bu yeni harflerle eheme hal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir suretle anlayacağız. Anladığımızın arasına yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Ben buna katiyetle eminim olacaktır.
Bu etkili konuşmanın ardından 1 Kasım 1928 de TBMM’nin 3 devre ilk oturumunda 15 kişilik geçici komisyonun aldığı kararla yasa tasarısı kabul edildi.
3 Kasım 1928 de yürürlüğe giren bu yasaya göre en geç 1929 Ocağında devlet yazışmaları yeni yazı ile yazılmasına karşın basım işleri nedeni ile bazı evraklar 1929 Haziranına kadar eski usulde yazılacaktır. 1928 Aralığından sonra her türlü basılı şeyler yeni harflerle basılmaya başlanıp, halk için zorluk geçmemesi için 1928 Haziranına kadar eski harfli dilekçeler kabul olunabilecektir.
Bu yeni harfin terfiki için yazı inkılabı başarı ile savunmaları için 1931 yılına kadar gazetelere prim verilmesi hususunda da bir yasa çıkarıldı.(ertem, reçin,elifba den alfabeye Türkiye de de harf ve yazı meselesi İstanbul: dergah yay. 1991. 5.236)
B. MİLLET MEKTEPLERİ
Cumhuriyet ilkelerine göre insanların eğitilmesi ve okutulması için “halk mektepleri” veya halk dershanelerinin kurulması gerekiyordu ayrıca Türk ocaklarının “halk evi” olarak eğitim yapması gerekiyordu. Ayrıca Türk ocaklarının “halk evi” olarak eğitim yapması gece okulları ve seyyar okulları kurulması gibi önerilerde bulunuyorlardır. Bakanlık 1928 Temmuzda hazırladığı “halk merkezleri” veya talimatnamesi ve aynı yılın Eylül ayında Halk dershanelerinde 64,302 kişi ve halk eğitimi çalışmalarının yapılması gerekiyordu. Daha sonra bu dershaneler milletin yapılması gerekiyordu. Daha sonra bu dershaneler millet mektepleri adı altında örgütleniyordu.
Bakanlığın hazırlayıp 24/10/1928’de yürürlüğe koyduğu yönetmeliğe göre millet mektepleri, yeni Türk harflerinin kolay bir şekilde okunup hazırlanabilmesinden bütün millet faydalanabilmek ve bütün halk kitlelerini hızla okur yazar duruma getirebilmek için kuruluyordu.
16 – 40 yaşları arasında vatandaşlar açılan okullara devam etmeye veya dışardan sınav vererek belge almaya mecburdurlar. Öğretmen veya okul olmayan köylerde, köyler yeni yeni
A. YABANCI EĞİTİM UZMANLARI
John Dewey’in Türkiye maarifi hocalarında ki raporu (1020)
Cumhuriyet döneminde milli eğitim teşkilatının düzenlenmesi ve top yekun kalkınma eğitim ilişkisinin kurulması konusunda başvurular ile kişi daha memnundur
Prof. Dewey, eğitimin amaç ve hedefleri dikkate alınmadan gecici meselelerin çözümünden hareket etmenin eğitim meselelerini değerlendirmeyeceği ve eğitim sistemine herhengi bir katkıda bulunmayacağı belirtilirken ikinci derecedeki konuları zaman zaman esas alınması sebebi ile milli eğitimin amaç ve hedeflerinden uzaklaşıldığının göz önünde tutulmasını istemiştir.
Köhnelerin mesleki terbiyesinin gidişatına dair raporu (1925) doktor kühne öncelikle niçin ve kimin için sorularına cevap arayarak güçlü bir devletin müesseselerinin işlerlik kazanmasını eğitilmiş insan gücü ile mümkün olabileceğini belirtirken milli devletin kurulması için yalnız siyasi fikri ve askeri açıdan kuvvetli olmanın yeterli olmadığı bunların güçlü bir ekonomi ve modern bir yönetimle tamamlamaması gereği üzerinde durmuştur
Ayrıca ekonomik gelişmenin sağlanması için, iklim şartları arazi verimliliği, ham maddelerin ön şart olmasıyla beraber bu unsurları değerlendirecek ve yönetecek insan gücünün bulunamaması veya yetiştirilememesi durumunda iktisadi kaynakları harekete geçirmek için gerekli olduğu bunu da en sağlam kaynak olan vergilerle karşılanmasını tavsiye etmiştir.
Dr. Köhne raporunda mesleki eğitim, sanayi ve üniversiteler konularına yer vermiştir.
Ömer Buyse nin Teknik Öğretim Hakkındaki Raporu ( 1927 )
1927 yılında Belçikalı teknik eğitim programları uzmanı, açılması düşünülen teknik okullar ve uygulanacak programlar hakkında rapor hazırlamıştır.
Ömer Buyse raporunda Belçika dan bilgiler sunarak Belçika ve benzeri batı ülkelerindeki ekonomik kalkınma, teknik eğitimin gelişmeleri konularına değinmiştir.
Bu raporun özü şu şekilde özetlenebilir:
Buyse’nin önerdiği programlar üç grup halinde incelenebilir.
1- İş üniversitesi ders programları
2- Sanat okulları ders programları
3- Akşam sanat okulları ders konuları
İş üniversitesinin çerçeve programı değinilecek yönü atölye, teknoloji, resim, matematik, fen bilgisinin değişik şekilleri ve beden eğitimi olarak özetlenebilir.
Bay ve Bayan Ruatelet : Buyse projelerin uygulanabilmesi için 1927 yılında bay ve bayan Ruatelet Türkiye deki mesleki eğitim için yeni planlar hazırlanarak, ders programlarında değişiklikler önermişlerdir. Bayan Ruatelet sanayi okulları kongresine katılırken, Bay Ruatelet Ankara ve İzmir de yaptığı incelemeler sonucu bir yüksek teknik öğretmen okulu projesi hazırlayıp sanat okulları programlarını yeniden düzenlemiştir. Bayan Ruatelet ise İstanbul ve Ankara da çeşitli kız okullarında yaptığı incelemeler sonunda Türkiye deki mesleki eğitimin yönlendirilmesi konusunda bakanlığa yeni bir tasarı sunmuştur.
Bayan Boccard: Raporunda kız sanayi okullarında devrim diye nitelendirebileceğimiz yeniliklere gidilmesinin gerekliliği, eğitimin çağdaşlaştırılması, öğretimin pratik alana kaydırılması, genel kültür dersleri, ev idaresi bilgilerinin verilmesinin gerekliliğini sunmuştur.
Prof. Dr. Oldenburg: Ziraat üzerine değinerek orta derecedeki tarım okullarını kurup geliştirmiştir. 1930 larda geri döndüğünde ise istediği kadar ve istediği programlarda tarım okulları açarak Alman kurumlarına uzmanlaşmak için Türk öğretmenler göndermiştir.
Albert Melch’in İstanbul Üniversitesi Hakkındaki Raporu:
Prof. Meche 1932 yılında ilk defa geldiğinde üniversite reformunun lehinde ve aleyhinde olan pek çok kişiyle görüşerek fakültelerin labaratuvarlarını, enstitülerini ve okul binalarını incelemiştir.
Sonuç olarak şu kararlara varmıştır. Bir ülkede özerkliğin büyük önemi vardır. Darül fünun yönetiminin hükümet tarafından atanması yerinde olacaktır. Çünkü siyasi atamaların üniverstelerin özerkliliğini zedeleyeceği, üniversite içerisinden bir grubun nüfuzu ile atamalar yapılmasına sebep olabilecektir. Darül fünun içerisindeki grubun ülkenin genel çıkarlarını hükümet kadar değerlendirecek durumda olmaması, bu grupların yapacağı atamaların daha fazla endişe kaynağı olmasına sebep olabilecektir.
1924 yılında Colombiya üniversitesi profösörlerinden Edward Aurel, İstanbul darül fünununun konferans salonunda tarih öğretiminde Amerikan usulü hakkında bir konferans vermiştir. Brant yönetimindeki Alman heyeti Türkiye nin ticari ve iktisadi yönünü incelemek için gelmiş ve Türkiye nin yabancı uzman getirmesi yerine Avrupaya çok sayıda öğrenci gönderilmesini önermiştir.
Prof. Dr. Paul Monree ise raporunda Türk eğitim sistemi, Amerikan ve Fransız usulleri arasında bir yerde olmalıdır. Körü körüne Fransız sistemine bağlı kalmayı bırakmalıdır. ( kendisinin filipinlerde uyguladığı sistem ).
Okullarda daha çok pratik ve üretimi arttırıcı derslere yer verilmeli, tarım dersleri okutulmalıdır.
Eğitim bakanlığı beni uzman olarak davet etse, önce bir Türk’ü benim yanımda bir yıl çalıştırıp, sonra ben onunla bir yıl Türk sistemini incelemeliyim. Ancak ondan sonra rapor ve projeler verebiliriz. .
1926 yılında gelen Prof. Dr. Frankline göre okullarda ve çevrede spora önem verilmesi, pratik derslerin arttırılarak tarım, orman ve ticaret okullarının sayısının arttırılarak edebiyat grubu derslerinin ikinci planda düşünülmesini istemiştir.
Prof. Dr. Henry Suzallaya göre ise milliyetçi yani sömürgeci eğitim usullerini kaldırarak bütün dünya milletlerinin aynı eğitim usulünü kabul etmeleri gerektiğini açıklayan konferanslar vermiştir.
Türkiye de 20 kadar konferans veren Fermiere ye göre Türkiye’nin yaptığı pek çok inkılaplarla geçmişe son verdiğini eğitim alanında da tek okul, laik okul, karma eğitim ve karma okul gerçekleştirecek hamlelerin atıldığını belirtmiştir.
I. CUMHURİYET DÖNEMİNDE MESLEKİ VE TEKNİK EĞİTİMDEKİ YENİLİK VE GELİŞMELER
1927 yılına kadar meslek sanat okulları açma ve yürütme işi ile ve belediye idarelerinin sorumluluğundayken ve okulların araç- gereç , öğretmen yetiştirme ve istihdam edilmesi Maarif Vekaletine verilmiştir.
1933 te mesleki ve teknik öğretim genel müdürlüğü kuruldu. Buraya genel müdür 1941 de müsteşar olarak atanan kimya ve fizik öğretmenleri ve Fransa da yetişmiş Rüştü Uzel in teknik ve mesleki eğitime büyük emeği geçti. 1935 te mesleki ve teknik okulların masrafları Maarif Vekaleti bütçesine alındı. 1941 de sözü edilen genel müdürlük yerine meslek ve teknik öğretim müsteşarlığı kuruldu. 1934 lerden itibaren çok sayıda erkek kız sanat ve yapı endüstri enstitüleri, ticaret okulları, 1934 – 1935 te kız teknik, 1937 – 1938 de erkek teknik yüksek öğretmen okulları açılmıştır
3 Mart 1924 tarihli tevhidi tedrisat kanunundan sonra medrese kapatılınca imam yetiştirmek için imam hatip mektepleri açılmıştır. İlk açıldığında sayısı 29 olan bu okulların öğrenci yokluğunda 1931 – 1932 ders yılında tümüyle kapandığı resmi kaynaklarda ileri sürülürken 1951 yılında demokrat parti döneminde tekrar açılmıştır.
Amerikan Bu dönemde Türklerin giriştiği özel öğretimde her düzeyde gelişme gösterirken daha çok sağladıkları daha iyi öğretim imkanları (yabancı dil, ekonomik sebepler) nedeniyle varlıklı ve soylu ailelerin çocuklarına hizmet sunmuşlardır. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan antlaşması ile birlikte Türkiye’deki azınlıkların eğitim haklarına ilişkin şu hükümler bulunmaktaydı. Her türlü masrafları kendilerine ait olmak üzere kendi dilleri ile öğretim yapabilirken Türkçe dersleri de zorunlu olarak okutulması gerekiyor.
Yabancı okulların Türk toplumuna etkilerini şu açılardan inceleyebiliriz.
1) Dini propaganda açısından
2) Kendi kültürlerini benimsetme ve yandaş kazanma girişimleri
3) Türk milli eğitimine katkıları
Yabancı okulların ilk açılışlarındaki gayeleri Hıristiyanlığı yayarak misyonerlik faaliyetlerini yönetmek istiyorlardı. Böylece misyonerler “isimsiz Hıristiyanlık” sayesinde çoğunluğu Türk olan öğrencilerin kişiliklerini şekillendirebileceklerini inanıyorlardı. Hıristiyanlık propagandasını bir ahlak eğitimi olarak yapmayı düşünen misyonerler bu eğitim içinde aile ve aile hayatı, meslek duygusu, insan haklarına saygı, sorumluluk, boş zamanları değerlendirme gibi konular vardır.
“Kırk senedir misyon üyeleri bilhassa Türkiye’deki Hıristiyanlığı sistematik bir şekilde aşılamaya muvaffak olmuşlardı. Bu gaye için grup halinde çalışan öğretmen, doktor, hasta bakıcı ve şair misyonerler dünya kiliselerinden devamlı maddi yardım görmekte ve maksatlarına erişmek için her türlü yola başvurmaktadır denilerek Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren misyonerlerin faaliyetlerinin gayeleri çok açık bir şekilde ortaya konmuştur( Ergün,1997 ).
Hıristiyanlığın dini yaymaları üç şekilde olmu
Kalıcı Bağlantı Yorum (0) Osmanlı' da Kadın Şairler
29/9/2009 Kategori : Edebiyat
Yorum (0)
Osmanlı' da Kadın Şairler
I-TASVİR VE TARİHÇE
Osmanlıda kadın şairler kadar, kadın şairler üzerine yapılmış araştırmaları da gözden geçirmek isteyen bir araştırmacı hayal kırıklığına uğramayı peşinen göze almak zorundadır. Sözünü ettiğim hayal kırıklığı kadın şair sayısının azlığı gibi bunlar üzerine yapılan araştırmaların sayısının da azlığından kaynaklanmaktadır. Geleneksel dönemde edebiyat tarih ve tenkidinin yerini tutan tezkirelerle sınırlı kalan edebî araştırmalarda adı geçen kadın şair sayısı iki elin parmaklarından çok az fazladır. Tezkirelerin sınırlı ifade kalıplarına sıkışmış olarak birbirine benzer cümlelerle tanıtılan, bir çoğunun eserleri dahi elimize ulaşmış olmayan bu şairler hakkında doyurucu araştırmaların yapılmış olmasını zaten bekleyemeyiz. Tanzimat sonrasında sayılarında artış görülen kadın şairler üzerinde ise münferit ve ciddi birkaç çalışmanın varlığına rağmen; kadın şairlerimizi başlangıçtan itibaren ele alarak ortaya gerçek bir panorama çıkaracak sistemli bir çalışmanın henüz yapılmadığı aşikârdır.
Osmanlı kadın şairlerini gözden geçirmemize yarayacak zaman çizgisi, Tanzimat zihniyeti ile ikiye bölünmek zorundadır. Ancak Tanzimatın eksen aldığı zihinsel düzlem üzerinde yenileşen ve Batı etkisine giren edebiyatın başlangıcından, yani Tercüman-ı Ahval’in neşir tarihi olan 1860’dan sonra da geleneksel çizgide şiir yazmaya devam eden, bir başka deyişle tipik Divan şairi gibi davranan kadın şairlerden söz edilebilir. Bu bakımdan kadın şairlerle ilgili söz konusu bölümlenme yatay bir bölümlenme olmaktan ziyade düşey bir bölümlenme olmak zorundadır.
Divan edebiyatı ve bunun Tanzimat yılları içindeki uzantısı, yani XV. ve XIX. yüzyıllar arası, kadın şair kronolojisinin ilk bölümünü teşkil eder. Zaman bakımından uzun fakat kadın şair sayısı bakımından az bir niceliğe sahip olan bu dönemi Geleneksel dönem olarak adlandıralım. Tanzimat hamlesinin getirileri ile biçimlenen ve Cumhuriyete (1923) veya daha doğrusu harf inkılâbına (1928) kadar süren bölümü ise Yenileşme dönemi olarak adlandıralım. Kendi içinde Tanzimat yılları ve Meşrutiyet sonrası olarak ikiye ayırabileceğimiz bu dönem ise zaman itibarıyle daha dar olmasına rağmen kadın şair sayısı bakımından yoğundur. Bir başka deyişle Geleneksel dönem ile Yenileşme döneminin kadın şairlere yüklediği yoğunluk, süre ve sayı arasındaki ters bir orantıyı işaret etmektedir. Tasvir ve tarihçe cihetinde ortaya çıkan bu ters orantının yorumu üzerinde bu yazının son bölümünde durulacaktır. Önce Osmanlıda yetişmiş kadın şairleri kısaca gözden geçirelim:
A-GELENEKSEL DÖNEM
Anadolu sahasındaki ilk şuara tezkiresi sayılan Sehi Bey Tezkiresi’nden başlayarak tüm tezkirelerde Divan edebiyatının bir mensubu olarak yer tutan kadın şair sayısındaki ürkütücü tenhalık Osmanlı edebiyatından kadınlara düşen pay hakkında fikir vericidir. Ve topluca gözden geçirildiğinde geleneksel dönemde yetişen kadın şairler arasında bazı ortak hususiyetler dikkat çeker:
Çoğu İstanbul, Trabzon (Fıtnat, Saniye, Mahşah) ve Amasya (Zeynep, Mihrî, Hubbî) gibi bölgelerde yetişmiştir. İstanbul’un kültür başkenti, Amasya ve Trabzon’un da birer şehzâde sancağı ve buna bağlı olarak kendine özgü birer kültür iklimi olduğu düşünülürse, kadın şairlerin yetişmesi için bu coğrafyaların mümbit bir zemin teşkil ettiği fark edilir.
Bu kadın şairlerin hemen tümü baba ya da eş vasıtasıyla, genellikle de her iki taraftan, sosyal statüsü ve refah düzeyi yüksek ailelere mensupturlar. Vali, kadı, kazasker, şeyhülislâm veya paşa kızıdırlar. Bir başka deyişle hepsi “Babasının kızı”dırlar. Zeynep bir kadı’nın kızıdır, Mihrî bir şairin. Sıtkî ve Leylâ kazasker, Fıtnat şeyhülislâm, Münire sadrazam kızı olarak gelirler dünyaya. Trabzonlu Fıtnat’ın babası vali, Leylâ Saz’ın babası hekimbaşıdır. (Esasen Yenileşme döneminde de durum değişmeyecektir. Nigâr Hanım, Fatma Aliye ve Emine Semiye birer paşa kızıdırlar, Makbule Leman’ın babası V. Murad’ın kahvecibaşıdır).
Çoğu ilmiye sınıfına mensup babaların kızı olarak müreffeh bir aile yapısı içinde dünyaya gelen, konak veya yalılarda Osmanlı teşrifatının kendine özgü büyüsünü teneffüs ederek büyüyen bu kızlar, kız çocuklarının eğitimi hususunda toplumun genel anlamda “yeterli” bulduğu tahsil tanımı ile yetinmeyen babalarının teşviki ve programı doğrultusunda, Osmanlı eğitiminin önemli bir kısmını teşkil eden “konak eğitimi” ile evde ve özel hocalar elinde yetişmişlerdir. Bazılarının bizatihi ilk hocaları babalarıdır. Daha az sayıda olmak üzere ağabey ve eş ikliminden bilgi devşirdikleri de görülür. Bu eğitim genellikle dinî bilgiler ile Arapça ve Farsça çevresinde genişletilen edebî bir program takip eder. (Yenileşme etkisine giren ailelerin kızlarına tedris ettirdikleri programda ise Fransızca baş köşeye oturacaktır).
Geleneksel dönemde kadın şairlerin bir kısmının ehl-i tarik olduğu dikkat çeker. Bir kısmı Mevlevî (Leylâ), Kadirî (Sırrî) veya Nakşî (Âdile Sultan)’dirler. Aynı anda birden fazla tarike intisabı bulunanlarla da karşılaşılır (Şeref, Mahşah). Bu intisab onlara şiir söylemek hususunda daha bereketli ve özgür bir ortam sağlamıştır.
Sosyal yapılanma itibarıyle devrinin üzerinde yer alan ailelerin ikliminde yetişen bu kadınlar, çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren aile çevresinde gerçekleşen şiir-edebiyat sohbetlerine, meclislere, sanat çevrelerine katılma imkânı bulmuşlar, böylece kültürel anlamda hemcinslerinin önüne geçebilmişlerdir.
Evlilik hayatlarında çoğunun mutlu olamadığı dikkat çeker. Kimi hiç evlenmemiş (Mihrî, Nakıye), kimi boşanmış ve tekrar evlenmiş ya da evlenmemiş (Leylâ, Trabzonlu Fıtnat), kimi de kendilerini mutlu etmeyen bir evliliği sürdürmüşlerdir (Fıtnat). Şiir onlar için bir bakıma mutsuzluklarının hem sebebi, hem neticesi olan bir hitap alanı oluşturmuştur.
Bir kısmı güzel sanatların birkaç dalına aynı anda ilgi göstermiş, şairliğin yanı sıra musıkişinas ya da bestekâr (Leylâ, Zeynep, Mahşah) ve hattat (Ani, Feride, Trabzonlu Fıtnat) olarak da isim yapmıştır.
Ancak söyledikleri şiir, kısmen Mihrî hariç tutulursa, bir kadın kalbinde mevcut bulunabilecek duyguların ifadesi olmaktan ziyade dönem edebiyatının klişeleşmiş mazmunlarıyla terennüm edilen bir erkek kalbinin yansımalarını verir. Rağbet ettikleri şiir türünün daha ziyade gazeller, en çok da nazireler olduğu düşünülürse, Geleneksel dönemde kadın şairlerin, erkek duyarlığı etrafında klişeleşen bir edebiyatın ağırlığı altında varlık gösteremedikleri fark edilir.
Zeynep Hatun:
Fatih dönemini Mihrî Hatunla birlikte temsil eden Zeynep Hatun, adı bilinen ilk Türk kadın şairi olup, kaynaklarda Amasyalı ya da Kastamonulu olduğu ifade edilmektedir. Divan edebiyatının şekillenme döneminde Fatih çevresinde hissedilen verimli sanat iklimi, sanata ve sanatçıya hasredilen teşvik bu iki kadın şairin varlık göstermesinde de etkili olmuş olmalıdır. Asıl adı Zeynünnisa olan Zeynep Hatun bir kadı kızıdır. Bir kadı olan ve şiir çalışmalarını anlayışla karşılayan İshak Efendi ile evlenmiştir. Kültürlü bir muhitte yetişmiş, Arapça, ve şiirler söyleyecek olgunlukta Farsça öğrenmiş, Mihrî Hatun ile tanışıklık kurmuştur, Şiirin yanı sıra beste yapabilecek ölçüde musıki çalışmaları da olan Zeynep Hatun 1563’de Amasya’da ölmüştür.
Fatih adına tertip edilmiş bir Divan sahibi olup, eldeki şiirlerine bakılırsa açık ve sade bir söyleyişin sahibidir. Bir kıt’asının,
Senin hüsnün benim aşkım senin cevrin benim sabrım
Cihanda dem-be-dem artar tükenmez bî-nihâyettir,
beyti ünlüdür.
Mihrî Hatun:
Fatih dönemi şairlerinden olan Mihrî Hatun, Zeynep Hatunla birlikte adı bilinen ilk Türk kadın şairlerindendir. Amasyalıdır. Asıl adı Mihrünnisa ya da Fahrünnisa olup, 1460 ya da 1461 yılında doğmuştur. Mihrî mahlasını kendisi de bir şair olan babası Mehmet Çelebi bin Yahya (Belâyî)’dan almıştır.
Dillere destan bir güzelliğin, hayranlık uyandırıcı bir kültür ve birikimin sahibi olmasına rağmen kendisine yöneltilen bütün evlilik tekliflerini geri çevirerek ömrü boyunca bekâr kalmıştır. Dönemine göre serbest bir yaşantının sahibi olan Mihrî, tarihçi Hammer tarafından “Osmanlılar’ın Sapho’su” olarak isimlendirilmiştir. Çevresinde platonik aşklarına dair fısıltılar daima mevcut bulunan Mihrî’nin, Müyyedzâde Abdurrahman Çelebi ve Sinan Paşazâde İskender Çelebi’ye duyduğu aşka dair ipuçlarına şiirlerinde de rastlamak mümkündür. Evinde düzenlediği edebî meclisler gibi, samimi kadın duygularını çekinmeksizin şiirinde terennüm etmiş olması cihetiyle de, kendisinden sonra yetişenler arasında en çok XIX. asır şairi Nigâr binti Osman’a benzetilebilir. Ona erken bir Nigâr Hanım olarak bakmak mümkündür.
Kolay söyleniyormuş izlenimi veren sade bir şiiri vardır ve bunlar arasında en başarılı bulunanları nazireleridir. Dönem şairlerinden Necati’nin etkisinde kalan Mihrî’nin, şiirlerini Necati’ye gönderdiği ve onun şiirlerine nazireler yazdığı bilinmektedir.
Necati’nin ünlü Döne Döne redifli gazeline nazire olarak yazdığı ve;
Âteş-i gamda kebâb oldu ciğer döne döne
Göklere çıktı duhânımla şerer döne döne
matlalı gazeli bunlardan biridir.
1506 yılında Amasya’da ölen Mihrî Hatun’dan geriye eser olarak Divan’ı kalmıştır.
Hubbî Hatun:
Hubbî Hatun bir XVI. asır şairi olup Divan şiirinin zirvesini teşkil eden Kanuni dönemini kadın şair olarak temsil etmektedir. (Aynı asırda, Baki’nin hanımı Tutî Kadın’ın da şiir yazdığı söylenmektedir). Asıl adı Ayşe olan Hubbî Hatun da Mihrî ve Zeynep gibi Amasyalıdır. Kanuni’nin süt kardeşi Şemsi Çelebi’nin Hanımıdır. Bu yakınlık Hubbî Ayşe’nin saraya intisabına zemin hazırlamış, önceleri II. Selim’in, sonra da III. Murad’ın nedimesi olarak saray muhitinde şiiri için gerekli kültür atmosferini bulmuş, zamanın hocalarından dersler almış ve Arapça’yı çok iyi öğrenmiştir. Şuara tezkirelerinde kendisinden evvelki kadın şairlerden daha kuvvetli olduğu ifade edilirse de, kadın duygularını terennümü ve lirizmi bakımından Mihrî’nin önüne geçemediği fark edilir. Erkeksi bir duyuşu vardır.
Gazel ve kasideler yazan, Hurşid ve Cemşid adlı üç bin beyti aşkın bir mesnevisi olan Hubbî Hatun 1590 yılında İstanbul’da ölmüştür.
Sıtkî Hatun:
XVII. asrın ikinci yarısında yaşayan Sıtkî Hanımın asıl adı Ümmetullah olup, bir kazasker kızıdır. Kardeşi Faize Hanım da şairdir ancak Sıtkî kadar tanınmış değildir. Bayramiye tarikatıne mensup olan Sıtkî Hanım gazel ve ilâhiler yazmıştır. Divan’ı ile Genc-i Envâr ve Mecmuaü’l Hayal adlı basılmamış tasavvufî şiir mecmuaları bulunmaktadır. 1703 yılında ölmüştür.
Ani Hatun:
Ani Fatma kültürlü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğmuştur. Akıllı, bilgili ve eğitimli bir kadın olup, “Hace-i Zenan (Kadınların Hocası)” lâkabıyla anılmıştır. Arapça bilen, doğu ve Batı edebiyatlarını öğrenmiş bulunan Ani Hatun’un bir Divan teşkil ettiği söylenmekteyse de bu eser ele geçmiş değildir. Ani Hatun bir hattat olarak da ün yapmıştır. Hattatlığının şairliğinden üstün olduğu bazı tezkirelerde ifade edilmektedir. 1710 yılında ölmüştür.
Fıtnat Hanım:
Asıl adı Zübeyde olan Fıtnat Hanım bir şeyhülislâm kızı olup adı bize kadar gelen kadın şairler arasında en dikkat çekicilerden birisidir. Aydın ve şairi bol bir çevrede yetişmiş, edebî muhitlere girip çıkmıştır. Şiirleri kadar nükteleri ve kendisi ile Koca Ragıp Paşa ve şair Haşmet çevresinde teşekkül eden latifelerle de tanınmıştır. Ancak bunların bir kısmı kaba olup, orijinal yazılı kaynaklarda mevcut bulunmadığına bakılırsa uydurmadır. Fıtnat Hanım kendisini anlamayan, ruhuna denk düşmeyen, şiirle uğraşmasına bir anlam veremeyen bir zât olan Derviş Mehmet Efendi ile yaptığı evlilikte hiç mutlu olamamıştır. Bir Divan teşkil etmişse de şiirlerinde kadın kalbinin samimiyetini bulmak zordur. 1780 yılında ölmüştür.
Güller kızarır şerm ile ol gonce gülünce,
mısraı ile başlayan şarkısı çok ünlüdür.
Leylâ Hanım:
Bir kazasker kızı olan Leylâ Hanım, Keçecizâde İzzet Molla’nın yeğenidir. Çocuk denecek yaşta evlendiyse de bir hafta üzerine, daha ilk geceden kabalıklarına tanık olduğu eşinden ayrılmıştır. Saray kadınlarıyla yakın ilişkisi olduğu bilinen, iyi eğitimli ve çok kültürlü bir şairdir. Hazır cevaplığı ve nüktedanlığı ile de tanınmıştır. Leylâ Hanım, Mevlevî tarikatine mensup olup Mihrî Hatun kadar olmasa da kadın duygularını biraz olsun terennüm etmesiyle ve zamanına göre bir kadın için serbest sayılabilecek söyleyişleriyle dikkat çeker. Edebî bir çevrede yaşamış ve yazmaktan hiç uzak kalmamış olan Leylâ Hanımın şiir dili açık ve sadedir. Bir Divan’ı vardır. 1847 yılında ölmüştür.
Pür âteşim açdırma sakın ağzımı zinhâr
mısraıyla başlayan
Zâlim beni söyletme derûnumda neler var
nakaratlı şarkısı çok ünlüdür.
Şeref Hanım:
Şeref Hanım şairi bol ve kültürlü bir ailenin kızı olarak 1809 yılında İstanbul’da doğmuştur. Kadirî ve Mevlevî tarikatlerine mensubiyeti bilinmekte olup, sıkıntılı bir ömür geçirdiği II. Mahmud’a ve Valide Sultan’a yazdığı şiirlerden anlaşılmaktadır. Geleneksel kalıplar içinde kalan şiirlerinde sade ve düzgün bir anlatım vardır. Divan sahibidir. 1861 yılında ölmüştür.
Sırrî Hanım:
Asıl adı Rahile olup Diyarbakırlıdır. 1814 yılında kültürlü bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Divan kültürüyle yetişmiş, bir müddet Bağdad’da yaşadıktan sonra İstanbul’a gelmiş, Kâmil Paşa konağının şiir-edebiyat sohbetlerine katılmış daha sonra Kâmil paşa ile evlenmiştir. Kızının ölümü üzerine yazdığı içli bir Mersiye ile tanınan Sırrî Hanımın bir divan oluşturacak kadar şiiri vardır. Kadirî olan Sırrî Hanım 1877’de ölmüştür.
Âdile Sultan:
Dönemi, kadın şairler bakımından diğer dönemlere nazaran daha zengin bir görüntü veren II. Mahmud’un kızı olan Âdile Sultan, 1825 yılında doğmuştur. Çağdaşı olan Leylâ ve Fıtnat Hanımlardan daha az başarılı bir şairdir. Saray çevresinde iyi bir eğitim almış olmasına rağmen, dil, vezin ve kafiye bakımından çözük bir dili vardır. Aruzun yanı sıra hece ölçüsüyle de şiirler yazmıştır. Fuzulî, Şeyh Galib ve Muhıbbî (Kanuni Sultan Süleyman) etkisindedir. Kızını ve kocasını kaybetmiş, bu acılar şiirini etkilemiştir. Nakşıbendî tarikatine girmiş, hikemî şiirler de yazmıştır. Kendi Divan’ı basılmamışsa da Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) Divanı’nın basılmasını sağlamıştır. 1898 yılında ölmüştür.
Nakıye Hanım:
Şeref Hanımın yeğeni olan Hatice Nakıye Hanım 1845 yılında doğmuştur. Daha ziyade bir eğitimci olarak tanınır. Eğitimli ve kültürlü bir kadın olarak döneminde bir hayli hizmet vermiş, II. Abdülhamid tarafından bir Şefkat Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Türkçe ve Farsça şiirler yazmışsa da şairliği eğitimciliğinin gölgesinde kalmış, dergilerde dağınık halde kalan şiirleri bir araya getirilmemiştir. Ancak bunların bir kısmı kardeşi Nebil Bey’in Divan’ının sonunda bir bölüm halinde, bir kısmı da Ahmet Muhtar Bey tarafından yayımlanmıştır. Hiç evlenmemiş bulunan Nakıye Hanım 1879 yılında ölmüştür.
Münire Hanım:
Bir sadrazam kızı olan Münire Hanım 1825 yılında doğmuş ve iyi bir eğitim almıştır. Mevlevî tarikatine mensup olup çoğu tasavvufî şiirler yazmıştır. 1903 yılında ölmüştür.
Feride Hanım:
Kültürlü bir aileden gelmekte olan Feride Hanım 1837 yılında doğmuştur. İlk derslerini, Arapça ve Farsça bilgisini babasından almıştır. Hattatlığı da olan Feride Hanım nesih bir Kur’an yazmıştır. Önce eşinin, sonra babasının ölümü üzerine içe kapanık bir hayat sürmüş, 1903 yılında ölmüştür.
Saniye Hanım:
1836’da Trabzon’da doğan Saniye Hanım şiir zevkini de aldığı babası tarafından eğitilmiştir. Divan tarzı kadar halk tarzında da şiirler yazmış, aruz kadar hece ölçüsünü de kullanmıştır. Bir Divan teşkil edecek hacimde şiiri olduğu halde bunları tertip etmemiş olan Saniye Hanımın birçok şiiri de bir yangında yok olmuştur. Evliliği sebebiyle bir süre Rize’de yaşayan Saniye Hanım 1905 yılında Trabzon’da ölmüştür.
Fıtnat Hanım (Trabzonlu, Hazinedarzâde):
Tanzimat yıllarında yaşadığı halde geleneksel çizgide şiirler yazan ve kendisinden yaklaşık 1,5 asır evvel yaşamış adaşı Zübeyde Fıtnat’la karıştırılmaması için imzasını “Yeni Fıtnat”
ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK EĞİTİM TARİHİ
I. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK EĞİTİMİNE GENEL BİR BAKIŞ
Atatürk dönemi Türk Eğitim tarihi TBMM’nin kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar, yani 1920-1938 yılları arasını kapsamaktadır. Bu dönemi de eğitim oluşumları, hareketleri ve inkılapları olarak ele almak zorundayız.
Bu dönemi incelemeye geçmeden önce sarih bir süreç içinde oluşur felsefesinden yola çıkarak, bu dönemi hazırlayan etmenleri incelemeliyiz.
Gerek Osmanlıların istemeleri gerek Batı ülkelerinin zorlamaları ve gerekse Avrupa’daki çalkantılardan dolayı, Osmanlı Devletine sığınan Batılı subayların çalışmalarıyla Osmanlılar önce askeri alandan başlayarak geleneksel doğu sistemini terk etmeye başladılar. (Ergün, 1997)
Bu çalışmalar sonucunda Osmanlı Devletinde Tanzimat, I. Ve II. Meşrutiyet hareketleri meydana geldi. Bu aşamalardan sonra “Cumhuriyet” yönetim biçimine karar verilerek eğitim sistemi de ona göre şekillendi.
Daha sonra 1924’de çözümlenecek tartışmalar neticesinde Hamdullah Suphi Bey’in başkanlığında, içlerinde Necati Bey’in bulunduğu 12 kişilik “Maarif Encümeni” kuruluyor. 1920 yılında TBMM’nin ilk Maarif Vekilliğine Rıza Nur Bey, Meclisçe seçiliyor. İstanbul da “Maarif Umumiye Nezareti” Ankara’da öğretmenleri kendi yanına çekmek isteyen “Maari Vekaleti” kuruluyor.
Kurtuluş Savaşı döneminin en önemli sorunlarından biri de ilköğretim ve özel idarelerden maaş alan öğretmenlerin maaşı sorunuydu. Öğretmenlerin maaşı her vilayetin “Muhasebe-i Hususiye” adlı özel bütçesinden verilirdi. İdare-i Hususiye-i Vilayet Kanunu’na göre her vilayetin tahsildarları halktan vergi toplarlar ve kendi sınırları içinde çalışan memurlara maaş verirlerdi. (Ergün, 1997) Bunun dışında “Hisse-i Maarif” denilen ilkokul, öğretmen okulu ve idadi öğretmenlerinin maaşları verilirdi.
Savaş dönemi maaşını alamayan öğretmenler türlü fedakarlıklar yapması da bir sonuç vermeyince, Mecliste bir açıklama yapan Rıza Nur Bey, bu sorunun bütçe yetersizliği ve özel idare memurlarının kastinden olduğunu ve bu maaşları vermeyen memurların belirlenip Bakanlığa bildirilmesini istemiş ve sekiz maddelik yasa tasarısı hazırlamıştır. Bu dönemdeki bir diğer önemli sorun ise 1920 Aralık’ında, sultanilerin lağvedilip yerine idadilerin kurulmasıdır. Bu da orta öğretim sürecinin iki yıl kısaltılıp kısaltılmaması sorunudur.
Hamdullah Suphi Bey eğitim politikasında bazı değişiklikler yaparak bazı yüksek okulların ve sultanilerin dışından bütün ilk ve orta öğretimin amacının “işçi” yetiştirmek olduğunu belirtiyordu. Ve bu dönemdeki en önemli etkinlik 1921 Maarif Kongresi olmuştur.
A. 1921 MAARİF KONGRESİ VE ÖNEMİ NEDİR?
14 temmuz 1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi yurdun her tarafından gelen 250’den fazla erkek ve kadın öğretmeni bir araya getirmiştir. Kongreyi Mustafa Kemal cepheden gelerek açmış ve çok önemli bir açış konuşması yapmıştır. Ayrıca öğretmenlerin teker teker elini sıkmıştır. (Akyüz, 1997)
Mustafa Kemal’in kongreye açtığı ünlü açış konuşmasından bazı önemli bölümleri şunlardır: Mustafa Kemal Kongreden “Türkiye’nin milli maarifini kurmasını” ister ve “milli maarifi” açıklar: “şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklere hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden Doğudan ve Batıdan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi özelliğimize uyumlu bir kültür anlıyorum” demiştir. Bu konuşmasıyla öğretmenlerin gelecekteki kurtuluşlarımız olduğu vurgulanırken, ele alınan başlıca konular ise ilkokul ve orta öğretim programları ve köy öğretmeni yetiştirilmesidir. Köy öğretmeni yetiştirilmesi problemini derinlemesine incelemeye çalıştığımızda;
Köye göre öğretmen yetiştirmenin köy eğitiminin gelişimi ve buna paralel olarak ülkenin sosyal ve ekonomik kalkınması bakımından önemli, Cumhuriyetin ilanından sonra da sık sık ele alınmıştır. Nitekim İkdam gazetesi başyazarı Ahmed Cevdet 1924’te, bu noktaya temas ederek, köy öğretmeni yetiştirme meselesinin acilen ciddi bir şekilde ele alınmasını isteyecekti. (Ahmed Cevdet “Köy Mektepleri Muallimliği” İkdam, 14 Ağustos 1924) buna istinaden Ali Haydar (Taner) köy öğretmen okulları kurulmasını teklif etmiştir. 1925 yılında Türkiye’ye gelen Almanya Ticaret ve Sanayi Bakanlığı müşaviri Dr. Alfred Künhe ise; MaarifVekaletine sunduğu raporda ayrı köy öğretmen okulları kurulmasına gerek görmeyerek mevcut ilk öğretmen okullarında Ziraat eğitim ve öğretimine daha fazla önem verilmesini yeterli görüyordu. (Öztürk, 1996) 1926 yılından itibaren Mustafa Necati Bey’in önderliğinde çalışmalar başlatılsa da onun ölümüyle son bulmuştur.
Kurtuluş Savaşı döneminde azınlık ve yabancı okulların durumuna baktığımızda ise, yalnızca Aydın ve Bursa illerinde 652 Rum okulu ve 91568 öğrenci bulunduğunu iddia etmekle beraber, Yunanlılar o yıllarda Anadolu’daki tüm okulların sayısının 2228, öğrenci sayısını 187577, öğretmen sayısını da 4930 olarak gösterirler.
Bu verilerden de çıkarabileceğimiz sonuç; Rum ve Yunanlıların Türklerin kendilerine tanıdığı eğitim ve öğretim hakkını, Türkiye’ye karşı propaganda amacıyla kullanmıştır. Rakamlar abartılı olmasına rağmen o yıllarda Anadolu’da çok sayıda Rum okulu ve öğretmeni bulunuyordu. Bu dönemdeki en önemli unsur, Kurtuluş Savaşının kazanılması için halkın eğitilmesi gerekiyordu. TBMM hükümeti, öğretmenlere, aydınlara, bazı isyan bölgelerinde, isyancıları doğru yola getirmek için kurulan nasihat heyetlerinde ve daha genel olarak, halkı Milli Mücadelenin amaçları hakkında aydınlatmaları amacıyla görevler verilmiştir. Halkı eğitmenin ana amacı halkı milli dava yolunda bilgilendirmek, birleştirmektir.
Bu dönemin ilk ve orta öğretiminin düzenlenmesi için 1921 yılı ortalarında vekalet, bir yasa tasarısı hazırlamıştır. Bu tasarıya göre:
o İlkokullar altı yıldan dört yıla indirilip, bu dört yıl sonunda bir yıl da isteğe bağlı öğretim yapılacaktı.
o Köy bünyeli işçi mektepler kurulacaktı.
o Orta öğretimde ilköğretim gibi dört yıl olacaktı.
Anadolu’da yüksek öğrenimin, üniversitenin temeli Maarif Vekaleti, 3 Aralık 1921’de başlanılmasını planladığı “Ali Dersler” programının Bakanlık Özel Kalemine yaptırılmasıyla başlanmıştır.
Bu dönemlerde eğitim alanında bir çok değişiklik olmasına rağmen Bakanlığın merkez örgütü, 1923 yılında, İ. Safa Bey’in başkanlığı sırasında yeniden kurulmuştur.
B. BİRİNCİ HEYET-İ İLMİYE
Bakanlığın Maarif Heyet-i İlmiyesi’nin 15 Temmuz 1923’te başlayan toplantısı, hazırlık dönemi Cumhuriyet eğitiminin en olumlu çalışması, Maarif Şuralarının bir çeşit başlangıcıdır. Artık cephe savaşı kazanılmış, eğitim savaşına başlanacaktır. Burada Türkiye’nin bütün eğitim sorunları inceden inceye konuşulmuştur.
Birinci Heyet-i İlmiye toplantısı sonucu kurumları temsil etmek amacıyla üyeler seçilmiş ve birçok alanda incelemelerde bulunmuştur.
15 Temmuz 1923’te başlayan heyetin ilk toplantısında Safa Bey yaptığı konuşmada ”son düşman askerinin denize dökülmesinden itibaren bütün güçlerin eğitime çevrildiğini ve ülkenin “hakiki kurtuluş”unun eğitimden beklendiğini vurgulamıştır. (Heyet-i İlmiyenin İlk İçtimaı”, Hakimiyet-i Milliye Gaz., 16.7.1923, Öymen, H.R. “Cumhuriyetin İlk Devrimci…”
birinci Heyet-i İlmiye, Tevhid-i Tedrisatın ilk basamağı olabilecek aldığı bazı karalar şehit çocuklarını himaye eden Darüleytamlar ve askeri okulları ancak bakanlık inçiyle açılabilecektir. İlköğretim sonrası tamamlama sınıfları ve mesleki idadiler Bakanlığa bağlanacaktı. Alınan karlar şunlardır:
· İlköğretim 6 yıldır.
· Maarif Vekaleti’nden başka bakanlıklar ilköğretim yaptıramaz. Yabancılar dahil bütün özel okullar Maarif Vekaleti’nin denetimi altındadır.
· Küçük köyler için seçilecek yerlerde “Leyli Köy Mektepleri” (Yatılı bölge okulları gibi) kurulup gezici öğretmenler tahsis edilecek.
Hazırlık ve kuruluş dönemindeki bunca çalışmalardan sonra belirli bir eğitim zihniyeti oluşmaya başlamıştır. Türk eğitiminin günümüzde dahi devam eden o zamanki sorunlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Öğretmen, para, genel eğitim yasası, eğitim örgütü, belirli bir eğitim politikası ve prensiplerin ve hatta sistemlerin bulunmayışı şeklinde sıralayabiliriz.
Genel itibariyle cumhuriyet dönemi eğitiminin temel özellikleri şunlardır:
Dönemin siyasal, ekonomik, hukuki, kültürel değişmeleri gerçekleştirildiğinde toplumun yüzde onu bile okur-yazar olmadığı için bunların kitlelere benimsetilmesi ve kökleşmelerinde eğitiminin bulunabileceği rol her zamankinden fazla anlaşılmış ve eğitime bu nedenle önem verilmiştir. (Akyüz, 2001)
Atatürk “Başöğretmen” ünvanıyla ders verip sayısal bakımdan önemli gelişmeler sağlamıştır.
1924’te çıkartılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretim birliği) kanunu ile tüm okulların Maarifvekaletine bağlanmasıyla medreseler kapatılmış, böylelikle eğitimin laikleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi sağlanmıştır.
Tarih ve dil konularında milli bir amaca yönelmeye başlanmakla beraber bu hedef doğrultusunda 1 Kasım 1928’de Latin harfleri kabul edilmiştir.
İlkokul öğretmenlerin maaşları 1948’den itibaren devlet bütçesinden ödenmeye başlanarak köy için eğitim ve öğretmen konusunda önemle durulmuştur.
Halk eğitimine, eğitim bilimlerine, eğitim sorunlarına ve milli eğitim politikası gibi pek çok konuda kararlar alınmıştır.
A. TEVHİD-İ TEDRİSAT NEDİR?
Osmanlı Devleti 1776’dan itibaren Batı örneğine göre askeri okullar ve tazminat yıllarından itibaren de Rüşdiye, idadi, sultani gibi ortaöğretim iptidai gibi ilköğretim kurumları açılmış ve Darulfünün’unda kurulmasıyla Maarif Nezaretine bağlı bu mekteplerin yanında Meşriyati , Şeriye ve Evkaf Nezaretine bağlı medreseler ile Sıbyan Mektepleri etkilerini sürdürmüşlerdir.
Bunların haricinde azınlık ve yabancı okullarda ülke içinde açılmayan başlayıp faaliyetlerini sürdürmüşler bir çok karışıklıktan biran önce kurtulmak için 3 Mart 1924’te 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğrenimlerin birleştirilmesi anlamına gelen bu kanunla getirilen düzenlemeler şunlardır:
Madde1: Ülkedeki tüm bilim ve öğretim kurumları Maarif Vekaletine bağlanmıştır.
Madde 2: Şeriye ve Evkaf Vekaleti ya da özel vakıflarınca idare edilen tüm medrese ve mektepler Maarif Vekaletine bağlanmıştır.
Madde 3: Şeriye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekteplere ve medreselere ayrılan para Maarif bütçelerine geçirilecektir.
Madde 4: Maarif Vekaleti yüksek din uzmanları yetiştirmek için Darulfünun’da bir ilahiyat fakültesi imam ve hatip yetiştirmek için de ayrı mektepler açacaktır.
Bu maddelerden de anlaşılacağı gibi Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ya da onun sonuçları olarak eğitimimize aşağıdaki yenilikler ve değişiklikler getirilmiş olmaktadır: (Akyüz, 2001)
1.Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Uygulanması
Tüm eğitim ve öğretim kurumları eğitim bakanlığına bağlanıp işlerin tekrardan yönetilmesi sağlanmıştır (Askeri okulların yönetimi milli savunma bakanlığına bağlanmıştır).
Medreselerin kapatılması Eğitim Bakanı Vasif Çınar’ın 11 Mart 1924 tarihli bir genelgeyle gerçekleşip 16.000 kadar medrese öğrencisi ilk, ortaokul, lise ve öğretmen okullarına aktarılmıştır. İmam ve hatip mektepleri de 6 yıl sonra kapatılmasına “laiklik” doğrultusunda önemli adımlar atılmıştır. Laiklik 1937’de anayasamıza girecektir.
3 Mart 1924 yılında sadece Tevhid-i Tedrisat Kanunu ilan edilmemiş 429 sayılı kanunla şeriye ve evkaf vekaleti kaldırılmış, 431 sayılı kanunla hilafet (halifelik) kaldırılarak Osmanlı hanedanı mensupları yurt dışına çıkarılmıştır.
30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı kanunla tekkeler, türbeler kapatılmış, tarikatlar kaldırılıp, 1933’de ilahiyat fakültesi kurulmuştur. Ayrıca ilk ve ortaöğretimde din derslerinin saatleri azaltılmış, bu dersler bir süre sonra tamamıyla kaldırılmıştır.
2.Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Yabancı Okullara Yansıması
Öğretimin birleştirilmesiyle ülkedeki farklı isimler altında faaliyet gösteren bütün eğitim ve öğretim kurumlarının denetim altına alınmasıdır.
Bu kanun ile getirilen laiklik ve millilik prensibiyle yabancı okulların öğretim faaliyetleri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırabilmek için getirilen kurallar şunlardır:
Yabancı okullarda mabetler dışında dersane ve salonlarda bulunan dini semboller salip, heykel, dini tasvirler vb. kaldırılacaktır.
Müslümanların ve başka mezhepten öğrencilerin okullardaki dini ayinlere katılmaları yasaktır. Bunun için sık sık denetlemeler yapılarak suçlular cezalandırılacaktır. (Sezer, 1999)
Başlangıçta pek çok okul riayet etmek istemese de İstanbul’daki bazı Fransız ve İtalyan okulları dini sembolleri kaldırmadıklarından dolayı kapatılmışlardır. Buna rağmen Fransız ve İtalya gibi ülkeler okullarının yeniden açılmalarını istemeleri üzerine Türkiye Cumhuriyeti yabancı okullar siyasetini şöyle belirtmiştir.
Okullar mezhep yönünden tarafsız olarak ve derslerde milli hislere yer verilecektir.
Türkiye’de medreselerin kaldırılması üzerine Türk okullarına uygulanan bu durumdan Hıristiyan okulları istisna edilemeyecek.
Konu bir iç mesele olduğundan yabancı hükümetlerin protestoları dikkate alınmayacaktır. (Sezer, 1999)
Bu kanunla yabancı okullar sıkı denetim altına alınmış ve cumhuriyetin yabancı okullar politikası bundan sonra yayınlanan bazı kanun ve kararlarda açıkça ortaya konulmuştur.
B. CUMHURİYET DÖNEMİNDE EĞİTİMİN RESMİ TEMEL AMAÇ VE İLKELERİ
Bu dönemdeki eğitimin başlıca amacı; her düzeydeki okullarda cumhuriyet rejiminin gerektirdiği ve yeni Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu nesiller yetiştirmek olmuştur. Eğitim Bakanı İsmail Safa Özler’in 8 Mart 1923 tarihli bir genelgesinde “Eğitimin amaçları” şöyle gösterilir:
Nesillerin milli varlıkları ile çatışmaya her fikre saygılı olması, okulların ülkeyi iktisadi esaret altında bırakmayacak, kafalar yetiştirmesi her şeyden önce güçlü ve azimli nesiller yetiştirmek gibi ilkeler olan genelgede “Öğretimin temel amacı” olarak da Atatürk’ün şu sözleri gösterilmiştir: “Bilgiyi insan için bir süs baskı aracı veya medeni bir zevkten ziyade maddi hayatta başarı sağlayan uygulamalı ve hesaplanabilir bir hale getirmek.” (Akyüz, 2001)
O dönemin Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar’ın 8 Eylül 1924 tarihli genelgesinde eğitim ve öğretimin temel amaçları şöyle özetlenmiştir:
Eğitimin milli esasları ve batı medeniyetinin yöntemlerine dayanması
Çocukları kalplerinde ve ruhlarında cumhuriyet için fedakar olmaları ülküsünü taşımaları.
Okulların insan ilişkileri toplumsal yaşama kuralları, vicdan ve fikir hürriyeti ve bilinçli sorumluluk sahibi olması.
Okulların ilim ve okuma zevkini vermeyi halka sağlığın değerini ve sağlıklı olmanın yollarını öğrenmesi ve beden ve fikrin dengeli gelişmesi ve çocuklarda hür ve makul bir disiplin oluşturması gibi amaçları vardır.
A. ATATÜRK’ÜN TÜRK EĞİTİM TARİHİNDEKİ YERİ
Atatürk’ün eğitimimizin durumuna ilişkin başlıca gözlem ve teşhislerini maddelersek:
Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır.
Eğitim-öğretim yöntemlerimiz uygun değildir.
Çocuklarımızın üzerinde ailenin baskısı vardır.
Bir milletin yükselmesi de alçalması da eğitimin milli olup olmasıyla ilgilidir. Bizim eğitimimiz ise milli değildir. Atatürk’e göre; milli olmayan eğitimimizin yüzyıllardır süren felaketlerimizin temel sebeplerindendir.
İstikrarlı eğitim politikamız yoktur.
Eğitimimizin amacı kendini, hayatı bilmeyen , her konuda yüzeysel bilgi sahibi tüketici insan yetiştirmek olmuştur.
B. ATATÜRK’ÜN EĞİTİMİMİZ İÇİN ÖNERİLERİ, İSTEKLERİ, TALİMATLARI
Onun yaptığı inceleme , gözlem ve teşhislerinden öneri ve isteklerini neler olduğu belli olsa da belli başlıklar altında incelememiz gerekmektedir:
Gelecek nesiller Türkiye’nin bağımsızlığını koruyacak, cumhuriyeti koruyup yükseltecek biçimde yetiştirilmelidir.
Eğitim milli , bilime dayalı ve laik olmalıdır.
Eğitim işe yarar, üretici ve hayatta başarılı olacak insanlar yetiştirmelidir.
İşte Atatürk gerilememizin önemli nedenlerinden biri olan memur olmaya aşırı düşkünlüğü ortadan kaldırmaya çalışmış yeni ve aktif bir insan tipi yetiştirmeyi hedef göstermiştir. Ona göre bilgi, bir süs, zevk ya da baskı aracı değil hayatta başarıyı sağlayan kullanılabilir bir araç olmalı, her öğretim düzeyinde iktisadi hayatta etkili olacak uygulamalı bilgiler kazandırmalıdır. (Akyüz , 2001)
· Eğitim çocuğa hürriyet vererek, yeni nesillere de fazilet,fedakarlık, düzen, disiplin, kendine ve milletimizin geleceğine güven duygularını geliştirmelidir.
· Eğitim toplumu cehaletten kurtarmalı , onun bilgi ve ahlak düzeyini yükseltmeli, kabiliyetlerini ortaya çıkarıp geliştirmelidir.
Atatürk toplumumuzun bilgisizliğini, felaketimizin en önemli nedenleri arasında görüldüğünden bilgisizliğin süratle ortadan kaldırılması gerektiğini her zaman ifade etmiştir.
C. HEYET-İ İLMİY E TOPLANTILARI
1. İkinci Heyet-i İlmiye Toplantısı :
Bu toplantının amacı Türk eğitim sistemini yeni devlet düzenine uydurmak eğitim binasını yeniden kurup laik bir eğitim zihniyeti yerleştirme çalışmalarıdır. Bu heyetin toplanma amacını Maarifvekili şöyle açıklıyordu:
Cumhuriyetin hakiki mihrap ve gaye halinde müebbet yaşaması bizim için en esaslı hedeftir. Yeni nesilleri kuvvetli bir iman, hakiki bir seçme ile yetiştirmek için terbiye ve Maarifsistemlerimizde değişiklik yapmak lazımdı. Bunun esaslarını belirlemek için mustedir ve mütehassıs birçok kişileri Ankara da topladık
İkinci heyet-i ilmiyenin aldığı kararlar şöyledir:
· Mecburi öğretim bir yıl kısaltılıp beş yıl olmalıdır.
· Lise öğretimi de altı yıl olup ilk üç sınıfına “kısm-i evvel” kalan üç sınıfa da “kısm-i sani “ denilip kız liselerimizin de öğretim süresi erkek liselerine eşit olması kabul edildi.
· Kız ve erkek lise programları aynı olup yalnız ilk kısımda kızlar bazı meslek dersleri göreceklerdir.
· Öğretmen okullarının öğretim süresi beş yıla çıkartılıp programa içtimaiyat dersi eklenecektir.
· İstanbul erkek muallim mektebinin yüksek kısmının Darülfünun’a bağlanıp “yüksek muallim mektebi” adını alması kabul edildi.
· Bakan vasıf Bey in eğitimin aşağı tabakalara inebilmesi için “idareyi hususiye” vergisinin kaldırılması kabul edilmiştir.
· Liselerin üst sınıfları için yarışma usulü kitap yazdırılmaması bu sınıfların ders kitaplarının uzmanlara yazdırılıp tercüme ettirilmesi kararlaştırılmıştır.
2. Üçüncü Heyet-İ İlmiye Toplantısı
26 Aralık 1925 – ocak 1926 tarihleri arasında Maarif Vekili Necati Bey başkanlığında, başkanlık ileri gelenlerinden önemli liselerin müdürlerinden ve müfettişlerden oluşan 19 kişilik bir heyet halinde toplanmıştır.
12 oturum olarak yapılıp şu kararlar alınmıştır:
· Devlet ve il bütçelerinden maarife ayrılan parayı en verimli bir şekilde kullanıp, okulları, okumak için başvuran bütün çocukları alabilecek şekilde genişleterek önlemleri almak.
· Liselerin azaltılıp, öğretmen okulları ve meslek okullarının belirli merkezlerde toplanması ve kuvvetlendirilmesi.
· Yatısız orta okullarda karma eğitimi yapılıp stajyer öğretmenlere meslek eğitiminin verilmesinin sağlanması.
· Öğretmenlerin terfileri için yasal temeller konulup, eğitim ve öğretim işleriyle meşgul olacak bir milli talim ve terbiye dairesi kurmak.
D. KARMA EĞİTİM
Bu sorun ilk defa 1924 yılında, Tekirdağ da kız lisesi bulunmaması dolayısıyla kızların erkek liselerine kaydolmak istemeleri bu sorunu meydana getirmiştir. Birçok tartışmalardan sonra hükümet 1924 ağustosunda ilk okul eğitiminin karma olmasını, kızların erkek okullarına erkeklerin de kız okullarına kayıt olabilecekleri kararı alındı.
Cumhurbaşkanı “ Gazi Paşa “ da 28 Ağustos 1924 de öğretmenler kongresi dolayısıyla Maarifvekili Vasıf Bey in verdiği yemekte yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “ Reisi Cumhurum ve memleket irfanı “ erkek ve kız çocuklarımızın , aynı suretle, bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin ameli olması mühimdir. Memleket evladı her tahsil derecesinde iktisadi hayatta müessir ve muvaffak olacak surette eğitilmelidir.” Demiştir.
1925 sonları ile 1926 yılları başlarında toplanan üçüncü heyet-i ilmiyede yatısız orta okullarda öğretimin karma olması, 1927-1928 öğretim yıllarından itibaren karma ortaokullar kurulması , liseler için de karma eğitime ancak 1934-1935 öğretim yılından itibaren geçilebilmiş tek lisesi olan yerlerde 19 lisede karma öğretime başlanılmıştır.
I. ATATÜRK DEVRİ ÖĞRETMEN YETİŞTİRME POLİTİKASI
A. CUMHURİYET DÖNEMİ ( 1923-1938 )
1.Anaokulu Öğretmeni Yetiştirme Politikası
Cumhuriyet dönemi başlarında ana okullar da nitelikli öğretmen eksikliği bulunmaktaydı. 1923-1924 öğretim yılında Türkiye de toplam 80 anaokulu 5880 öğrencisi olup öğretmen sayısı ise sadece 136 idi. Yani öğretmen başına 43 öğrenci gibi muazzam bir rakam düşmekteydi. 1-20 Mayıs 1925 tarihleri arasında Konya da toplanan Maarif Müfettişleri kongresi tarafından hazırlanan raporda bu gerçek ifade edilmiş ve anaokullarındaki öğretmen probleminin çözümü için şu kararlara yer verilmiştir.
“Vesait-i lazime ihsas edilmeden ve ana mekteplerinde çalışmak için hazırlanmış muallim bulunmadan ana mektepleri açılmamalı. Ana mekteplerine muallim yetiştirmek için Darül Muallimatlar’ın bir kaçından şubeler tesis edilmesi ayrıca bir ana muallim mektebi açılması ve bu mektebin başına da sahib- i ihtisas bir müdirenin getirilmesi lazım olduğu gibi ehliyetli muallimlerden bir kaçının da ecnebi mekteplerinde ihtisas yapmak üzere Avrupa ya gönderilmesi münasip olur.
Bunlardan başka ana okulu öğretmeni yetiştirme faaliyetleri arasında 1927 yılında ana okulu öğretmenliği eğitimi görmek üzere kız muallim mektebi mezunu iki kişi Avrupa ya gönderilmiş ayrıca 1930 Ağustosunda İstanbul kız muallim mektebinde mektepleri ana okulu öğretmenliği için ehliyetname imtihanı da açılmıştır.
Bura da bahsedilen en önemli konulardan biride John Dewey in Türkiye maarifi hakkındaki raporunu dikkate almak gerekir. Bu raporda Türkiye nin çağdaşlaşma yolundaki tercihi hür, bağımsız, laik bir cumhuriyet olmaktır. Bu gayeye ulaşmak için verilecek eğitim ile bağımsız siyasi fikirler ve siyasi kültür aşılanmalıdır. İkinci olarak fertlerin ekonomik ve ticari kabiliyetleri, milli hakimiyet anlayışı kendi kendini idare etme gücü, güzel sanatlara olan ilgileri geliştirilecektir.
Prof. Dewey in üzerinde önemle durduğu diğer ciddi bir nokta verilecek eğitimin yalnızca lider konumunda olan kişilerle sınırlı olmaması, ülkenin bütün insanlarını kapsamasıdır.
Profösörün bu fikirleri, Mustafa Necati Bey in bakanlığı sırasında Türk Milli Eğitim Politikası üzerinde belirleyici bir rol oynayıp 1926 da çıkarılan Maarifteşkilatına dair kanun da bu fikirlerin tesiriyle ilk okul öğretmeni yetiştiren okullar
- İlk muallim mektepleri
- Köy muallim mektepleri diye ikiye ayrılmıştır.
Şehir ve kasaba ilk okullarına öğretmen yetiştirme üzerine birçok görüş ortaya atılmıştır.
Bu reformları esnasında bazı öğretmen okullarının kapatılması pek çok tepkiye yol açmış ve hatta bu konuda milletvekili Süleyman Sırrı Bey tarafından TBMM ye bir de soru önergesi verilmiştir. O TBMM’ de önergesi görüşülürken yaptığı konuşmada bu okulların kapatılmasına maasif vekil İsmail safa bey tarafından sebep olarak gösterilen nitelikli öğretim kadrosu olmadığı şeklindeki görüşe katılmadığı söylüyordu. Ona göre öğretim elemanı bulma probleminin on kolay çözümü, milli mücadelenin bitmesinden sonra cepheden dönen yüksek öğrenim görmüş kişilerin bu okullarda istihdam edilmeliydi. Süleyman Sırrı bey ayrıca acılan 10 erkek ilk öğretmen okulu ile bir kere için ilk öğretmen olunan-ülkenin ilkokul öğretmeni ihtiyacını karşılamaya yetmeyeceğini de ileri sürüyordu. Aynı oturumda Elazığ milletvekili hüsnü bey ise darül muallimin mıntıkaları alırken yatılı hale getirilen ilk öğretmen okulları esler öğretmen yetiştirme özelliği kaybettiğini ve böylece ilk eğitime ağır bir darbe indirildiğini söylüyordu.
2.Mustafa Necati Bey’in İlkokul Öğretmeni Yetiştirme Politikası
Bu dönemde, niteliğin öğretmen okulları lağvederler okul sayısı sınırlandırılırken, bu sınırlı sayıdaki öğretmen okullarının teşkilat, kadro ve bina bakımından geliştirilmesine başlanmış bu işlere kaynak sağlamak için muallim mekteplerine muavenet hakkında kanun tasarısı TBMM’ye sunulmuştu Necati beyi 22 nisan 1926’da TBMM’de yaptığı konuşmada bu kanun tasarısının amaçlarını şöyle açıklar.
Her sene üç bin muallime ihtiyada olup, şimdiki muallim vekillerini 100-150 mevcut olup bu mektepler için elimizdeki muallimler kafi değildi. Bu sebeple her sene üç bin muallim memlekete çıkıp Türkiye Maarifi on sene zarfında kendine lazım olan sayıya ulaşacaktır.
Atatürk devri öğretmen yetiştirme politikasında çok önemli bir yere sahip olan ve 22 nisan 1926’da kabul edildikten sonra 2 Mayıs 1926 tarih ve 361 sayılı Resmi Ceride’de yayınlanarak yürürlüğe giren muallim ve mekteplerine muavenet hakkında kanunda konuyla ilgili şu hükümler bulunur. (Öztürk, 1996)
Madde 1-Maarif Vekaleti tarafından tersip olunarak mahallelerde yeniden yapılarak on muallim mektebinin irsaat ve teciratına yardım olmak üzere 1926 senesi iktidarında itibaren beş sene müddetle her vilayet kendi bütçesinin %10 u nisbetinde iştirak eder. Bu hakkın için ayrılarak ictimai tahsisat Maarif Vekaleti emrine verilir.
Madde 2- bu mekteplerden yetişecek muallimleri iştirakleri nisbetinde vilayetlere tevzi olunur.
Madde 3-Maarif Vekaleti iş bu parayı birinci maddede zikrolunan muallim mektepleri inşaatıyla tesisatına tarede.
Bu maddelerden de anlaşılacağı gibi on öğretmen okulunun inşaşı için gerekli parayı sağlaması hedefliyordu. Bu nedenle Maarif Vekaleti, söz konusu kanunda bazı değişiklikler yapar. 843 numara ve 20 Mayıs 1926 tarif muallim mektepler muavenet hakkındaki 22 Nisan 1926 tarih ve 8 numaralı kanun Müzeyel Kanunu çıkarttı. Maarif Vekaleti, bütün maliye memurlarına bir genelge göndererek herkes üzerine düşen görev ve sorumluluklara titizlikle ve sorumluluklara titizlikle sahip çıkmalarını istedi.
1919-1938 dönemi ilkokul öğretmeni yetiştirme politikasının temeli Necati Bey’in ölümünden Atatürk devrinin sonuna kadar dönemde şehir ve kasaba ilkokullarına öğretmen yetiştirme çabalarıyla 1933 yılından itibaren gelişen “köycülük” ve köy kalkınması” hareketlerine paralel olarak, yeniden köye öğretmen yetiştirmeye çalışmış, 1932 reformu ile ilk öğretmen okullarının özellikle Riyaziye, fizik, kimya, felsefe derslerinin lise normlarına göre açık olan müfredatları tamamlanmış orta okullar üzerine üç yıl eğitim veren lise dengi bina meslek ve okulu haline getirilerek Riayet ve terbiye gibi mesleki derslerin haftalık ders saatleri getirilmiş bütün dersler ilkokul müfredat programı göz önüne bulundurularak ve uygulamalı bir biçimde verilmesi öngörülmüştür. Bu arada 1931 yılında din dersleri ilk öğretmen okulları müfredatında çıkartılarak yerine , Askerlik ve yurt bilgisi dersleri konmuştur.
I. YAZI, DİL VE TARİH İNKİLABLARININ EĞİTİMİMİZDEKİ YERİ NEDİR?
Türkçülüğün akımının etkisi ile bay bayan sadeleşme hareketleriyle ilk çıkarılan yazının ıslah yada değiştirilmesi meselesi gündeme getirilebilir. Atatürk’e göre Arap harfleri şu nedenlerle
Türkçülüğe uygun değildir.
Öğrenilmesi zorunludur ve toplumda eğitim düzeyinin düşüklüğünün bir nedeniyle 1 kasım 1928 tarihli bir kanunla Latin temeli yeni bir alfabe kabul edilmiştir.
1931 de Türk tarih kurumu, 1932’de Türk Dil Kurumu kurularak Türkçe’nin dünya dillerine kaynak etmiş olabileceği yolunda Güneş Dil Teorisi ortaya atmıştır.
Tüm bu olaylardan amaç, hem batılılıkların tarih, ırk, ayacılık gibi haksız saldırılarıyla bulunduğu Türk insanına haklı bir güven duygusu aşılamak hem de bilim adamlarının yeni araştırmaları olmuştur.
Yazı, dil ve tarih inkılaplarının eğitimimize etkileri şöyledir.
Okur – yazar sayısını arttırmak için çok yeni bir okuma, yazma faaliyeti başlatıldı.
İnkılaplar doğrultusunda sözlükleri tüm basılı ve resimli yayımlar tekrar düzenlendi.
Bir çok öğretmen Türk dili ve Tarih Kurumlarında görev alırken günlük dilde olduğu gibi, bilimsel terimlerde de çok geniş bir Türkçeleştirme faaliyetine girerek yeni terimler yapılmıştır.
O dün emde darülfünunumuz memleket üzerindeki hurafe ve yoldan sapma kuvvetlerine karşı inkılap fikirlerinin mücadele aracı haline gelmiştir.
1933 reformuna gelinceye kadar darülfünunlardan istenen verimi alınmayışının iki sebebi vardır.
1- Darülfünun inkılaplara karşı olumsuz tutum takınmıştır.
2- Darülfünunda ciddi topluma yararlı, bilimsel çalışmalar yapılmamıştır.
1932 yılında Prof. Albert Malche’in hazırladığı raporda belirttiği aksaklıkları ise hocaların sadece ders vermekte yetinmekle, fakülteler arasında işbirliğin olmayışı .
Araştırmanın yapılmadığını, çevirileri ters olarak kabul edip derslerinde çok yüzeysel not tutulur. Öğrenciyi araştırmaya yöneltmeyen, düşünmeden kabule zorlayan, ezberci bir yöntem uygulanmaktadır.
Mayıs 1933’te 2252 sayılı Kanun Darülfünün kaldırmış eğitim bakanlığı İstanbul üniversitesini kurmakla görevlendirmiştir.
1953 reformunun temel özellikleri şöyle belirlenmiştir.
1- Özerklik kaldırılıp üniversite, eğitim Bakanlığına bağlı olarak kurulup, idari yönden herhangi bir açıyla farkı kalmamıştır.
2- Darülfunun hocaları geniş ölçüde olanak, batıda okuyup gelenler doktora şartı aranmaksızın doçent olarak atanması ve nazi baskısından kalan Alman ve Orta Avrupalı profesörlere Bu yabancı profesörlerin Türk üniversite ve bilim hayatında katkısı ile olmuştur.
3- Bir çok öğretim üyesinin yetişmesine katkıda bulunarak çok sayıda öğrenci yetiştirmişlerdir
4- Bir çok enstitü, linic, laboratuarı kürsü kurulmasını sağlamıştır.
5- Çoğu Türkçe öğrenmek onların derse aktarımını da arttırıcı olmuşlardır.
Reform çalışmaları sadece İstanbul da yapılmamış, 1925’te Ankara da Hukuk mektebi 1930’da ziraat enstitüsü, 1935 ‘de Dil ve Tarih Coğrafya fakültesi 1945’te Tıp fakültesi, 1944’de ilahiyat fakültesi kurulmuş. Dil ve tarih coğrafya fakültesinin adını Atatürk vermiş ve Kancıtak 1 Kasım 1937’de Atatürk’ün TBMM’de söyledikleri yüksek öğretim tarihinde önemlidir.
“Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünür. Batı bölgesi için İstanbul bölgesinde başlamış olan düzeltme susamını daha radikal bir şekilde uygulayarak bir şekilde uygulayarak Cumhuriyete modern bir kurum kazandırmak , merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zamandan kurmak lazımdır. Doğu bölgesi Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden okulları ve üniversitesi ile modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçilmelidir.
Halkın bu yeni yazı inkılabını kabulü kolay olmamış biraz tartışmaya neden olmuş.
A. LATİN HARFLERİNİ SAVUNANLAR :
Eski yazı güç ve geç öğrenilmesi ile herkesin bir çok kelimeyi çeşitli şekillerde yazıp ortak bir yazım kuralının olmayışı bu harfler yüzünden yabancılar Türkçe öğrenmek istemiyor ve az çok öğrenim görmüş olanlar bile bu yazıları yanlış okuyorlardı. Yayınları sınırlı kişiler okuyor eğitim yavaşlamıyor buna karşın Latin alfabesine karşı olanların savundukları eski harfler iki üç ayda öğrenebiliyor. Kullanılması kolay olup ste no gibi yazılarak az yer tutmasıdır
Bir imla kılavuzu hazırlanarak imla probleminin ortadan kaldırılması sağlanabilir.
Bir çok yabancının Arapçalar öğrenmeye istekli olup bu gün yazılarda bilinmeyen kelimelerin doğru okunmayıp eğitiminin yaşam olmasının ne denir konuşma dili ile yazı dilinin birbirinden farklı olmasıdır. Düşüncesini savunmuşlardır.
Bir çok aşamadan sonra 1928 yılında Latin harfleri esas alınarak yeni bir Türk alfabesinin oluşmasına başlanmış bu arada TBMM ‘de Türkiye de artık uluslar arası rakamlarının kullanılması yasası çıkartılıp yazı inkılabının önemli adımlarından biri oldu.
Türkiye deki tartışma ve çalışma Avrupa da da taktirle karşılanıyor destekleniyordu.
Baş vekalet 24 Mayıs 1928 tarihli emri gereğince ücreti Haziran ayı ortalarında Latin harflerinin lisanımızda suret ve imkanı tatbikini incelemek için dil encümeni: Yurda ilk toplantısını 26 Haziran 1928 de Gazi Mustafa Kemalin başkanlığında yapar. Bu komisyonun 14 üyesi vardı. Ayrıca bu komisyon ağustos başında 41 sayfalık “ elif bağ raporu “verdi. Komisyonun bu olumlu raporundan sonra Mustafa Kemal Gül hane Parkında Cumhuriyet Halk Fıkrasının düzenlediği halka acık bir toplantıda yazı inkılabını halka şöyle duyurdu “arkadaşları güzel dilimizi ifade etmek için yeni. Türk harflerini kabul ediyorum” bizim güzel ahenctarı zengin lisanımızı yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz bu yeni harflerle eheme hal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir suretle anlayacağız. Anladığımızın arasına yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Ben buna katiyetle eminim olacaktır.
Bu etkili konuşmanın ardından 1 Kasım 1928 de TBMM’nin 3 devre ilk oturumunda 15 kişilik geçici komisyonun aldığı kararla yasa tasarısı kabul edildi.
3 Kasım 1928 de yürürlüğe giren bu yasaya göre en geç 1929 Ocağında devlet yazışmaları yeni yazı ile yazılmasına karşın basım işleri nedeni ile bazı evraklar 1929 Haziranına kadar eski usulde yazılacaktır. 1928 Aralığından sonra her türlü basılı şeyler yeni harflerle basılmaya başlanıp, halk için zorluk geçmemesi için 1928 Haziranına kadar eski harfli dilekçeler kabul olunabilecektir.
Bu yeni harfin terfiki için yazı inkılabı başarı ile savunmaları için 1931 yılına kadar gazetelere prim verilmesi hususunda da bir yasa çıkarıldı.(ertem, reçin,elifba den alfabeye Türkiye de de harf ve yazı meselesi İstanbul: dergah yay. 1991. 5.236)
B. MİLLET MEKTEPLERİ
Cumhuriyet ilkelerine göre insanların eğitilmesi ve okutulması için “halk mektepleri” veya halk dershanelerinin kurulması gerekiyordu ayrıca Türk ocaklarının “halk evi” olarak eğitim yapması gerekiyordu. Ayrıca Türk ocaklarının “halk evi” olarak eğitim yapması gece okulları ve seyyar okulları kurulması gibi önerilerde bulunuyorlardır. Bakanlık 1928 Temmuzda hazırladığı “halk merkezleri” veya talimatnamesi ve aynı yılın Eylül ayında Halk dershanelerinde 64,302 kişi ve halk eğitimi çalışmalarının yapılması gerekiyordu. Daha sonra bu dershaneler milletin yapılması gerekiyordu. Daha sonra bu dershaneler millet mektepleri adı altında örgütleniyordu.
Bakanlığın hazırlayıp 24/10/1928’de yürürlüğe koyduğu yönetmeliğe göre millet mektepleri, yeni Türk harflerinin kolay bir şekilde okunup hazırlanabilmesinden bütün millet faydalanabilmek ve bütün halk kitlelerini hızla okur yazar duruma getirebilmek için kuruluyordu.
16 – 40 yaşları arasında vatandaşlar açılan okullara devam etmeye veya dışardan sınav vererek belge almaya mecburdurlar. Öğretmen veya okul olmayan köylerde, köyler yeni yeni
A. YABANCI EĞİTİM UZMANLARI
John Dewey’in Türkiye maarifi hocalarında ki raporu (1020)
Cumhuriyet döneminde milli eğitim teşkilatının düzenlenmesi ve top yekun kalkınma eğitim ilişkisinin kurulması konusunda başvurular ile kişi daha memnundur
Prof. Dewey, eğitimin amaç ve hedefleri dikkate alınmadan gecici meselelerin çözümünden hareket etmenin eğitim meselelerini değerlendirmeyeceği ve eğitim sistemine herhengi bir katkıda bulunmayacağı belirtilirken ikinci derecedeki konuları zaman zaman esas alınması sebebi ile milli eğitimin amaç ve hedeflerinden uzaklaşıldığının göz önünde tutulmasını istemiştir.
Köhnelerin mesleki terbiyesinin gidişatına dair raporu (1925) doktor kühne öncelikle niçin ve kimin için sorularına cevap arayarak güçlü bir devletin müesseselerinin işlerlik kazanmasını eğitilmiş insan gücü ile mümkün olabileceğini belirtirken milli devletin kurulması için yalnız siyasi fikri ve askeri açıdan kuvvetli olmanın yeterli olmadığı bunların güçlü bir ekonomi ve modern bir yönetimle tamamlamaması gereği üzerinde durmuştur
Ayrıca ekonomik gelişmenin sağlanması için, iklim şartları arazi verimliliği, ham maddelerin ön şart olmasıyla beraber bu unsurları değerlendirecek ve yönetecek insan gücünün bulunamaması veya yetiştirilememesi durumunda iktisadi kaynakları harekete geçirmek için gerekli olduğu bunu da en sağlam kaynak olan vergilerle karşılanmasını tavsiye etmiştir.
Dr. Köhne raporunda mesleki eğitim, sanayi ve üniversiteler konularına yer vermiştir.
Ömer Buyse nin Teknik Öğretim Hakkındaki Raporu ( 1927 )
1927 yılında Belçikalı teknik eğitim programları uzmanı, açılması düşünülen teknik okullar ve uygulanacak programlar hakkında rapor hazırlamıştır.
Ömer Buyse raporunda Belçika dan bilgiler sunarak Belçika ve benzeri batı ülkelerindeki ekonomik kalkınma, teknik eğitimin gelişmeleri konularına değinmiştir.
Bu raporun özü şu şekilde özetlenebilir:
Buyse’nin önerdiği programlar üç grup halinde incelenebilir.
1- İş üniversitesi ders programları
2- Sanat okulları ders programları
3- Akşam sanat okulları ders konuları
İş üniversitesinin çerçeve programı değinilecek yönü atölye, teknoloji, resim, matematik, fen bilgisinin değişik şekilleri ve beden eğitimi olarak özetlenebilir.
Bay ve Bayan Ruatelet : Buyse projelerin uygulanabilmesi için 1927 yılında bay ve bayan Ruatelet Türkiye deki mesleki eğitim için yeni planlar hazırlanarak, ders programlarında değişiklikler önermişlerdir. Bayan Ruatelet sanayi okulları kongresine katılırken, Bay Ruatelet Ankara ve İzmir de yaptığı incelemeler sonucu bir yüksek teknik öğretmen okulu projesi hazırlayıp sanat okulları programlarını yeniden düzenlemiştir. Bayan Ruatelet ise İstanbul ve Ankara da çeşitli kız okullarında yaptığı incelemeler sonunda Türkiye deki mesleki eğitimin yönlendirilmesi konusunda bakanlığa yeni bir tasarı sunmuştur.
Bayan Boccard: Raporunda kız sanayi okullarında devrim diye nitelendirebileceğimiz yeniliklere gidilmesinin gerekliliği, eğitimin çağdaşlaştırılması, öğretimin pratik alana kaydırılması, genel kültür dersleri, ev idaresi bilgilerinin verilmesinin gerekliliğini sunmuştur.
Prof. Dr. Oldenburg: Ziraat üzerine değinerek orta derecedeki tarım okullarını kurup geliştirmiştir. 1930 larda geri döndüğünde ise istediği kadar ve istediği programlarda tarım okulları açarak Alman kurumlarına uzmanlaşmak için Türk öğretmenler göndermiştir.
Albert Melch’in İstanbul Üniversitesi Hakkındaki Raporu:
Prof. Meche 1932 yılında ilk defa geldiğinde üniversite reformunun lehinde ve aleyhinde olan pek çok kişiyle görüşerek fakültelerin labaratuvarlarını, enstitülerini ve okul binalarını incelemiştir.
Sonuç olarak şu kararlara varmıştır. Bir ülkede özerkliğin büyük önemi vardır. Darül fünun yönetiminin hükümet tarafından atanması yerinde olacaktır. Çünkü siyasi atamaların üniverstelerin özerkliliğini zedeleyeceği, üniversite içerisinden bir grubun nüfuzu ile atamalar yapılmasına sebep olabilecektir. Darül fünun içerisindeki grubun ülkenin genel çıkarlarını hükümet kadar değerlendirecek durumda olmaması, bu grupların yapacağı atamaların daha fazla endişe kaynağı olmasına sebep olabilecektir.
1924 yılında Colombiya üniversitesi profösörlerinden Edward Aurel, İstanbul darül fünununun konferans salonunda tarih öğretiminde Amerikan usulü hakkında bir konferans vermiştir. Brant yönetimindeki Alman heyeti Türkiye nin ticari ve iktisadi yönünü incelemek için gelmiş ve Türkiye nin yabancı uzman getirmesi yerine Avrupaya çok sayıda öğrenci gönderilmesini önermiştir.
Prof. Dr. Paul Monree ise raporunda Türk eğitim sistemi, Amerikan ve Fransız usulleri arasında bir yerde olmalıdır. Körü körüne Fransız sistemine bağlı kalmayı bırakmalıdır. ( kendisinin filipinlerde uyguladığı sistem ).
Okullarda daha çok pratik ve üretimi arttırıcı derslere yer verilmeli, tarım dersleri okutulmalıdır.
Eğitim bakanlığı beni uzman olarak davet etse, önce bir Türk’ü benim yanımda bir yıl çalıştırıp, sonra ben onunla bir yıl Türk sistemini incelemeliyim. Ancak ondan sonra rapor ve projeler verebiliriz. .
1926 yılında gelen Prof. Dr. Frankline göre okullarda ve çevrede spora önem verilmesi, pratik derslerin arttırılarak tarım, orman ve ticaret okullarının sayısının arttırılarak edebiyat grubu derslerinin ikinci planda düşünülmesini istemiştir.
Prof. Dr. Henry Suzallaya göre ise milliyetçi yani sömürgeci eğitim usullerini kaldırarak bütün dünya milletlerinin aynı eğitim usulünü kabul etmeleri gerektiğini açıklayan konferanslar vermiştir.
Türkiye de 20 kadar konferans veren Fermiere ye göre Türkiye’nin yaptığı pek çok inkılaplarla geçmişe son verdiğini eğitim alanında da tek okul, laik okul, karma eğitim ve karma okul gerçekleştirecek hamlelerin atıldığını belirtmiştir.
I. CUMHURİYET DÖNEMİNDE MESLEKİ VE TEKNİK EĞİTİMDEKİ YENİLİK VE GELİŞMELER
1927 yılına kadar meslek sanat okulları açma ve yürütme işi ile ve belediye idarelerinin sorumluluğundayken ve okulların araç- gereç , öğretmen yetiştirme ve istihdam edilmesi Maarif Vekaletine verilmiştir.
1933 te mesleki ve teknik öğretim genel müdürlüğü kuruldu. Buraya genel müdür 1941 de müsteşar olarak atanan kimya ve fizik öğretmenleri ve Fransa da yetişmiş Rüştü Uzel in teknik ve mesleki eğitime büyük emeği geçti. 1935 te mesleki ve teknik okulların masrafları Maarif Vekaleti bütçesine alındı. 1941 de sözü edilen genel müdürlük yerine meslek ve teknik öğretim müsteşarlığı kuruldu. 1934 lerden itibaren çok sayıda erkek kız sanat ve yapı endüstri enstitüleri, ticaret okulları, 1934 – 1935 te kız teknik, 1937 – 1938 de erkek teknik yüksek öğretmen okulları açılmıştır
3 Mart 1924 tarihli tevhidi tedrisat kanunundan sonra medrese kapatılınca imam yetiştirmek için imam hatip mektepleri açılmıştır. İlk açıldığında sayısı 29 olan bu okulların öğrenci yokluğunda 1931 – 1932 ders yılında tümüyle kapandığı resmi kaynaklarda ileri sürülürken 1951 yılında demokrat parti döneminde tekrar açılmıştır.
Amerikan Bu dönemde Türklerin giriştiği özel öğretimde her düzeyde gelişme gösterirken daha çok sağladıkları daha iyi öğretim imkanları (yabancı dil, ekonomik sebepler) nedeniyle varlıklı ve soylu ailelerin çocuklarına hizmet sunmuşlardır. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan antlaşması ile birlikte Türkiye’deki azınlıkların eğitim haklarına ilişkin şu hükümler bulunmaktaydı. Her türlü masrafları kendilerine ait olmak üzere kendi dilleri ile öğretim yapabilirken Türkçe dersleri de zorunlu olarak okutulması gerekiyor.
Yabancı okulların Türk toplumuna etkilerini şu açılardan inceleyebiliriz.
1) Dini propaganda açısından
2) Kendi kültürlerini benimsetme ve yandaş kazanma girişimleri
3) Türk milli eğitimine katkıları
Yabancı okulların ilk açılışlarındaki gayeleri Hıristiyanlığı yayarak misyonerlik faaliyetlerini yönetmek istiyorlardı. Böylece misyonerler “isimsiz Hıristiyanlık” sayesinde çoğunluğu Türk olan öğrencilerin kişiliklerini şekillendirebileceklerini inanıyorlardı. Hıristiyanlık propagandasını bir ahlak eğitimi olarak yapmayı düşünen misyonerler bu eğitim içinde aile ve aile hayatı, meslek duygusu, insan haklarına saygı, sorumluluk, boş zamanları değerlendirme gibi konular vardır.
“Kırk senedir misyon üyeleri bilhassa Türkiye’deki Hıristiyanlığı sistematik bir şekilde aşılamaya muvaffak olmuşlardı. Bu gaye için grup halinde çalışan öğretmen, doktor, hasta bakıcı ve şair misyonerler dünya kiliselerinden devamlı maddi yardım görmekte ve maksatlarına erişmek için her türlü yola başvurmaktadır denilerek Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren misyonerlerin faaliyetlerinin gayeleri çok açık bir şekilde ortaya konmuştur( Ergün,1997 ).
Hıristiyanlığın dini yaymaları üç şekilde olmu
Kalıcı Bağlantı Yorum (0) Osmanlı' da Kadın Şairler
29/9/2009 Kategori : Edebiyat
Yorum (0)
Osmanlı' da Kadın Şairler
I-TASVİR VE TARİHÇE
Osmanlıda kadın şairler kadar, kadın şairler üzerine yapılmış araştırmaları da gözden geçirmek isteyen bir araştırmacı hayal kırıklığına uğramayı peşinen göze almak zorundadır. Sözünü ettiğim hayal kırıklığı kadın şair sayısının azlığı gibi bunlar üzerine yapılan araştırmaların sayısının da azlığından kaynaklanmaktadır. Geleneksel dönemde edebiyat tarih ve tenkidinin yerini tutan tezkirelerle sınırlı kalan edebî araştırmalarda adı geçen kadın şair sayısı iki elin parmaklarından çok az fazladır. Tezkirelerin sınırlı ifade kalıplarına sıkışmış olarak birbirine benzer cümlelerle tanıtılan, bir çoğunun eserleri dahi elimize ulaşmış olmayan bu şairler hakkında doyurucu araştırmaların yapılmış olmasını zaten bekleyemeyiz. Tanzimat sonrasında sayılarında artış görülen kadın şairler üzerinde ise münferit ve ciddi birkaç çalışmanın varlığına rağmen; kadın şairlerimizi başlangıçtan itibaren ele alarak ortaya gerçek bir panorama çıkaracak sistemli bir çalışmanın henüz yapılmadığı aşikârdır.
Osmanlı kadın şairlerini gözden geçirmemize yarayacak zaman çizgisi, Tanzimat zihniyeti ile ikiye bölünmek zorundadır. Ancak Tanzimatın eksen aldığı zihinsel düzlem üzerinde yenileşen ve Batı etkisine giren edebiyatın başlangıcından, yani Tercüman-ı Ahval’in neşir tarihi olan 1860’dan sonra da geleneksel çizgide şiir yazmaya devam eden, bir başka deyişle tipik Divan şairi gibi davranan kadın şairlerden söz edilebilir. Bu bakımdan kadın şairlerle ilgili söz konusu bölümlenme yatay bir bölümlenme olmaktan ziyade düşey bir bölümlenme olmak zorundadır.
Divan edebiyatı ve bunun Tanzimat yılları içindeki uzantısı, yani XV. ve XIX. yüzyıllar arası, kadın şair kronolojisinin ilk bölümünü teşkil eder. Zaman bakımından uzun fakat kadın şair sayısı bakımından az bir niceliğe sahip olan bu dönemi Geleneksel dönem olarak adlandıralım. Tanzimat hamlesinin getirileri ile biçimlenen ve Cumhuriyete (1923) veya daha doğrusu harf inkılâbına (1928) kadar süren bölümü ise Yenileşme dönemi olarak adlandıralım. Kendi içinde Tanzimat yılları ve Meşrutiyet sonrası olarak ikiye ayırabileceğimiz bu dönem ise zaman itibarıyle daha dar olmasına rağmen kadın şair sayısı bakımından yoğundur. Bir başka deyişle Geleneksel dönem ile Yenileşme döneminin kadın şairlere yüklediği yoğunluk, süre ve sayı arasındaki ters bir orantıyı işaret etmektedir. Tasvir ve tarihçe cihetinde ortaya çıkan bu ters orantının yorumu üzerinde bu yazının son bölümünde durulacaktır. Önce Osmanlıda yetişmiş kadın şairleri kısaca gözden geçirelim:
A-GELENEKSEL DÖNEM
Anadolu sahasındaki ilk şuara tezkiresi sayılan Sehi Bey Tezkiresi’nden başlayarak tüm tezkirelerde Divan edebiyatının bir mensubu olarak yer tutan kadın şair sayısındaki ürkütücü tenhalık Osmanlı edebiyatından kadınlara düşen pay hakkında fikir vericidir. Ve topluca gözden geçirildiğinde geleneksel dönemde yetişen kadın şairler arasında bazı ortak hususiyetler dikkat çeker:
Çoğu İstanbul, Trabzon (Fıtnat, Saniye, Mahşah) ve Amasya (Zeynep, Mihrî, Hubbî) gibi bölgelerde yetişmiştir. İstanbul’un kültür başkenti, Amasya ve Trabzon’un da birer şehzâde sancağı ve buna bağlı olarak kendine özgü birer kültür iklimi olduğu düşünülürse, kadın şairlerin yetişmesi için bu coğrafyaların mümbit bir zemin teşkil ettiği fark edilir.
Bu kadın şairlerin hemen tümü baba ya da eş vasıtasıyla, genellikle de her iki taraftan, sosyal statüsü ve refah düzeyi yüksek ailelere mensupturlar. Vali, kadı, kazasker, şeyhülislâm veya paşa kızıdırlar. Bir başka deyişle hepsi “Babasının kızı”dırlar. Zeynep bir kadı’nın kızıdır, Mihrî bir şairin. Sıtkî ve Leylâ kazasker, Fıtnat şeyhülislâm, Münire sadrazam kızı olarak gelirler dünyaya. Trabzonlu Fıtnat’ın babası vali, Leylâ Saz’ın babası hekimbaşıdır. (Esasen Yenileşme döneminde de durum değişmeyecektir. Nigâr Hanım, Fatma Aliye ve Emine Semiye birer paşa kızıdırlar, Makbule Leman’ın babası V. Murad’ın kahvecibaşıdır).
Çoğu ilmiye sınıfına mensup babaların kızı olarak müreffeh bir aile yapısı içinde dünyaya gelen, konak veya yalılarda Osmanlı teşrifatının kendine özgü büyüsünü teneffüs ederek büyüyen bu kızlar, kız çocuklarının eğitimi hususunda toplumun genel anlamda “yeterli” bulduğu tahsil tanımı ile yetinmeyen babalarının teşviki ve programı doğrultusunda, Osmanlı eğitiminin önemli bir kısmını teşkil eden “konak eğitimi” ile evde ve özel hocalar elinde yetişmişlerdir. Bazılarının bizatihi ilk hocaları babalarıdır. Daha az sayıda olmak üzere ağabey ve eş ikliminden bilgi devşirdikleri de görülür. Bu eğitim genellikle dinî bilgiler ile Arapça ve Farsça çevresinde genişletilen edebî bir program takip eder. (Yenileşme etkisine giren ailelerin kızlarına tedris ettirdikleri programda ise Fransızca baş köşeye oturacaktır).
Geleneksel dönemde kadın şairlerin bir kısmının ehl-i tarik olduğu dikkat çeker. Bir kısmı Mevlevî (Leylâ), Kadirî (Sırrî) veya Nakşî (Âdile Sultan)’dirler. Aynı anda birden fazla tarike intisabı bulunanlarla da karşılaşılır (Şeref, Mahşah). Bu intisab onlara şiir söylemek hususunda daha bereketli ve özgür bir ortam sağlamıştır.
Sosyal yapılanma itibarıyle devrinin üzerinde yer alan ailelerin ikliminde yetişen bu kadınlar, çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren aile çevresinde gerçekleşen şiir-edebiyat sohbetlerine, meclislere, sanat çevrelerine katılma imkânı bulmuşlar, böylece kültürel anlamda hemcinslerinin önüne geçebilmişlerdir.
Evlilik hayatlarında çoğunun mutlu olamadığı dikkat çeker. Kimi hiç evlenmemiş (Mihrî, Nakıye), kimi boşanmış ve tekrar evlenmiş ya da evlenmemiş (Leylâ, Trabzonlu Fıtnat), kimi de kendilerini mutlu etmeyen bir evliliği sürdürmüşlerdir (Fıtnat). Şiir onlar için bir bakıma mutsuzluklarının hem sebebi, hem neticesi olan bir hitap alanı oluşturmuştur.
Bir kısmı güzel sanatların birkaç dalına aynı anda ilgi göstermiş, şairliğin yanı sıra musıkişinas ya da bestekâr (Leylâ, Zeynep, Mahşah) ve hattat (Ani, Feride, Trabzonlu Fıtnat) olarak da isim yapmıştır.
Ancak söyledikleri şiir, kısmen Mihrî hariç tutulursa, bir kadın kalbinde mevcut bulunabilecek duyguların ifadesi olmaktan ziyade dönem edebiyatının klişeleşmiş mazmunlarıyla terennüm edilen bir erkek kalbinin yansımalarını verir. Rağbet ettikleri şiir türünün daha ziyade gazeller, en çok da nazireler olduğu düşünülürse, Geleneksel dönemde kadın şairlerin, erkek duyarlığı etrafında klişeleşen bir edebiyatın ağırlığı altında varlık gösteremedikleri fark edilir.
Zeynep Hatun:
Fatih dönemini Mihrî Hatunla birlikte temsil eden Zeynep Hatun, adı bilinen ilk Türk kadın şairi olup, kaynaklarda Amasyalı ya da Kastamonulu olduğu ifade edilmektedir. Divan edebiyatının şekillenme döneminde Fatih çevresinde hissedilen verimli sanat iklimi, sanata ve sanatçıya hasredilen teşvik bu iki kadın şairin varlık göstermesinde de etkili olmuş olmalıdır. Asıl adı Zeynünnisa olan Zeynep Hatun bir kadı kızıdır. Bir kadı olan ve şiir çalışmalarını anlayışla karşılayan İshak Efendi ile evlenmiştir. Kültürlü bir muhitte yetişmiş, Arapça, ve şiirler söyleyecek olgunlukta Farsça öğrenmiş, Mihrî Hatun ile tanışıklık kurmuştur, Şiirin yanı sıra beste yapabilecek ölçüde musıki çalışmaları da olan Zeynep Hatun 1563’de Amasya’da ölmüştür.
Fatih adına tertip edilmiş bir Divan sahibi olup, eldeki şiirlerine bakılırsa açık ve sade bir söyleyişin sahibidir. Bir kıt’asının,
Senin hüsnün benim aşkım senin cevrin benim sabrım
Cihanda dem-be-dem artar tükenmez bî-nihâyettir,
beyti ünlüdür.
Mihrî Hatun:
Fatih dönemi şairlerinden olan Mihrî Hatun, Zeynep Hatunla birlikte adı bilinen ilk Türk kadın şairlerindendir. Amasyalıdır. Asıl adı Mihrünnisa ya da Fahrünnisa olup, 1460 ya da 1461 yılında doğmuştur. Mihrî mahlasını kendisi de bir şair olan babası Mehmet Çelebi bin Yahya (Belâyî)’dan almıştır.
Dillere destan bir güzelliğin, hayranlık uyandırıcı bir kültür ve birikimin sahibi olmasına rağmen kendisine yöneltilen bütün evlilik tekliflerini geri çevirerek ömrü boyunca bekâr kalmıştır. Dönemine göre serbest bir yaşantının sahibi olan Mihrî, tarihçi Hammer tarafından “Osmanlılar’ın Sapho’su” olarak isimlendirilmiştir. Çevresinde platonik aşklarına dair fısıltılar daima mevcut bulunan Mihrî’nin, Müyyedzâde Abdurrahman Çelebi ve Sinan Paşazâde İskender Çelebi’ye duyduğu aşka dair ipuçlarına şiirlerinde de rastlamak mümkündür. Evinde düzenlediği edebî meclisler gibi, samimi kadın duygularını çekinmeksizin şiirinde terennüm etmiş olması cihetiyle de, kendisinden sonra yetişenler arasında en çok XIX. asır şairi Nigâr binti Osman’a benzetilebilir. Ona erken bir Nigâr Hanım olarak bakmak mümkündür.
Kolay söyleniyormuş izlenimi veren sade bir şiiri vardır ve bunlar arasında en başarılı bulunanları nazireleridir. Dönem şairlerinden Necati’nin etkisinde kalan Mihrî’nin, şiirlerini Necati’ye gönderdiği ve onun şiirlerine nazireler yazdığı bilinmektedir.
Necati’nin ünlü Döne Döne redifli gazeline nazire olarak yazdığı ve;
Âteş-i gamda kebâb oldu ciğer döne döne
Göklere çıktı duhânımla şerer döne döne
matlalı gazeli bunlardan biridir.
1506 yılında Amasya’da ölen Mihrî Hatun’dan geriye eser olarak Divan’ı kalmıştır.
Hubbî Hatun:
Hubbî Hatun bir XVI. asır şairi olup Divan şiirinin zirvesini teşkil eden Kanuni dönemini kadın şair olarak temsil etmektedir. (Aynı asırda, Baki’nin hanımı Tutî Kadın’ın da şiir yazdığı söylenmektedir). Asıl adı Ayşe olan Hubbî Hatun da Mihrî ve Zeynep gibi Amasyalıdır. Kanuni’nin süt kardeşi Şemsi Çelebi’nin Hanımıdır. Bu yakınlık Hubbî Ayşe’nin saraya intisabına zemin hazırlamış, önceleri II. Selim’in, sonra da III. Murad’ın nedimesi olarak saray muhitinde şiiri için gerekli kültür atmosferini bulmuş, zamanın hocalarından dersler almış ve Arapça’yı çok iyi öğrenmiştir. Şuara tezkirelerinde kendisinden evvelki kadın şairlerden daha kuvvetli olduğu ifade edilirse de, kadın duygularını terennümü ve lirizmi bakımından Mihrî’nin önüne geçemediği fark edilir. Erkeksi bir duyuşu vardır.
Gazel ve kasideler yazan, Hurşid ve Cemşid adlı üç bin beyti aşkın bir mesnevisi olan Hubbî Hatun 1590 yılında İstanbul’da ölmüştür.
Sıtkî Hatun:
XVII. asrın ikinci yarısında yaşayan Sıtkî Hanımın asıl adı Ümmetullah olup, bir kazasker kızıdır. Kardeşi Faize Hanım da şairdir ancak Sıtkî kadar tanınmış değildir. Bayramiye tarikatıne mensup olan Sıtkî Hanım gazel ve ilâhiler yazmıştır. Divan’ı ile Genc-i Envâr ve Mecmuaü’l Hayal adlı basılmamış tasavvufî şiir mecmuaları bulunmaktadır. 1703 yılında ölmüştür.
Ani Hatun:
Ani Fatma kültürlü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğmuştur. Akıllı, bilgili ve eğitimli bir kadın olup, “Hace-i Zenan (Kadınların Hocası)” lâkabıyla anılmıştır. Arapça bilen, doğu ve Batı edebiyatlarını öğrenmiş bulunan Ani Hatun’un bir Divan teşkil ettiği söylenmekteyse de bu eser ele geçmiş değildir. Ani Hatun bir hattat olarak da ün yapmıştır. Hattatlığının şairliğinden üstün olduğu bazı tezkirelerde ifade edilmektedir. 1710 yılında ölmüştür.
Fıtnat Hanım:
Asıl adı Zübeyde olan Fıtnat Hanım bir şeyhülislâm kızı olup adı bize kadar gelen kadın şairler arasında en dikkat çekicilerden birisidir. Aydın ve şairi bol bir çevrede yetişmiş, edebî muhitlere girip çıkmıştır. Şiirleri kadar nükteleri ve kendisi ile Koca Ragıp Paşa ve şair Haşmet çevresinde teşekkül eden latifelerle de tanınmıştır. Ancak bunların bir kısmı kaba olup, orijinal yazılı kaynaklarda mevcut bulunmadığına bakılırsa uydurmadır. Fıtnat Hanım kendisini anlamayan, ruhuna denk düşmeyen, şiirle uğraşmasına bir anlam veremeyen bir zât olan Derviş Mehmet Efendi ile yaptığı evlilikte hiç mutlu olamamıştır. Bir Divan teşkil etmişse de şiirlerinde kadın kalbinin samimiyetini bulmak zordur. 1780 yılında ölmüştür.
Güller kızarır şerm ile ol gonce gülünce,
mısraı ile başlayan şarkısı çok ünlüdür.
Leylâ Hanım:
Bir kazasker kızı olan Leylâ Hanım, Keçecizâde İzzet Molla’nın yeğenidir. Çocuk denecek yaşta evlendiyse de bir hafta üzerine, daha ilk geceden kabalıklarına tanık olduğu eşinden ayrılmıştır. Saray kadınlarıyla yakın ilişkisi olduğu bilinen, iyi eğitimli ve çok kültürlü bir şairdir. Hazır cevaplığı ve nüktedanlığı ile de tanınmıştır. Leylâ Hanım, Mevlevî tarikatine mensup olup Mihrî Hatun kadar olmasa da kadın duygularını biraz olsun terennüm etmesiyle ve zamanına göre bir kadın için serbest sayılabilecek söyleyişleriyle dikkat çeker. Edebî bir çevrede yaşamış ve yazmaktan hiç uzak kalmamış olan Leylâ Hanımın şiir dili açık ve sadedir. Bir Divan’ı vardır. 1847 yılında ölmüştür.
Pür âteşim açdırma sakın ağzımı zinhâr
mısraıyla başlayan
Zâlim beni söyletme derûnumda neler var
nakaratlı şarkısı çok ünlüdür.
Şeref Hanım:
Şeref Hanım şairi bol ve kültürlü bir ailenin kızı olarak 1809 yılında İstanbul’da doğmuştur. Kadirî ve Mevlevî tarikatlerine mensubiyeti bilinmekte olup, sıkıntılı bir ömür geçirdiği II. Mahmud’a ve Valide Sultan’a yazdığı şiirlerden anlaşılmaktadır. Geleneksel kalıplar içinde kalan şiirlerinde sade ve düzgün bir anlatım vardır. Divan sahibidir. 1861 yılında ölmüştür.
Sırrî Hanım:
Asıl adı Rahile olup Diyarbakırlıdır. 1814 yılında kültürlü bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Divan kültürüyle yetişmiş, bir müddet Bağdad’da yaşadıktan sonra İstanbul’a gelmiş, Kâmil Paşa konağının şiir-edebiyat sohbetlerine katılmış daha sonra Kâmil paşa ile evlenmiştir. Kızının ölümü üzerine yazdığı içli bir Mersiye ile tanınan Sırrî Hanımın bir divan oluşturacak kadar şiiri vardır. Kadirî olan Sırrî Hanım 1877’de ölmüştür.
Âdile Sultan:
Dönemi, kadın şairler bakımından diğer dönemlere nazaran daha zengin bir görüntü veren II. Mahmud’un kızı olan Âdile Sultan, 1825 yılında doğmuştur. Çağdaşı olan Leylâ ve Fıtnat Hanımlardan daha az başarılı bir şairdir. Saray çevresinde iyi bir eğitim almış olmasına rağmen, dil, vezin ve kafiye bakımından çözük bir dili vardır. Aruzun yanı sıra hece ölçüsüyle de şiirler yazmıştır. Fuzulî, Şeyh Galib ve Muhıbbî (Kanuni Sultan Süleyman) etkisindedir. Kızını ve kocasını kaybetmiş, bu acılar şiirini etkilemiştir. Nakşıbendî tarikatine girmiş, hikemî şiirler de yazmıştır. Kendi Divan’ı basılmamışsa da Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) Divanı’nın basılmasını sağlamıştır. 1898 yılında ölmüştür.
Nakıye Hanım:
Şeref Hanımın yeğeni olan Hatice Nakıye Hanım 1845 yılında doğmuştur. Daha ziyade bir eğitimci olarak tanınır. Eğitimli ve kültürlü bir kadın olarak döneminde bir hayli hizmet vermiş, II. Abdülhamid tarafından bir Şefkat Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Türkçe ve Farsça şiirler yazmışsa da şairliği eğitimciliğinin gölgesinde kalmış, dergilerde dağınık halde kalan şiirleri bir araya getirilmemiştir. Ancak bunların bir kısmı kardeşi Nebil Bey’in Divan’ının sonunda bir bölüm halinde, bir kısmı da Ahmet Muhtar Bey tarafından yayımlanmıştır. Hiç evlenmemiş bulunan Nakıye Hanım 1879 yılında ölmüştür.
Münire Hanım:
Bir sadrazam kızı olan Münire Hanım 1825 yılında doğmuş ve iyi bir eğitim almıştır. Mevlevî tarikatine mensup olup çoğu tasavvufî şiirler yazmıştır. 1903 yılında ölmüştür.
Feride Hanım:
Kültürlü bir aileden gelmekte olan Feride Hanım 1837 yılında doğmuştur. İlk derslerini, Arapça ve Farsça bilgisini babasından almıştır. Hattatlığı da olan Feride Hanım nesih bir Kur’an yazmıştır. Önce eşinin, sonra babasının ölümü üzerine içe kapanık bir hayat sürmüş, 1903 yılında ölmüştür.
Saniye Hanım:
1836’da Trabzon’da doğan Saniye Hanım şiir zevkini de aldığı babası tarafından eğitilmiştir. Divan tarzı kadar halk tarzında da şiirler yazmış, aruz kadar hece ölçüsünü de kullanmıştır. Bir Divan teşkil edecek hacimde şiiri olduğu halde bunları tertip etmemiş olan Saniye Hanımın birçok şiiri de bir yangında yok olmuştur. Evliliği sebebiyle bir süre Rize’de yaşayan Saniye Hanım 1905 yılında Trabzon’da ölmüştür.
Fıtnat Hanım (Trabzonlu, Hazinedarzâde):
Tanzimat yıllarında yaşadığı halde geleneksel çizgide şiirler yazan ve kendisinden yaklaşık 1,5 asır evvel yaşamış adaşı Zübeyde Fıtnat’la karıştırılmaması için imzasını “Yeni Fıtnat”





