Yazar | Mesaj #13918 30-04-2009 16:25 GMT+2 saat | |||||||
ThéWéN0ooM![]() Genel Moderatör ![]()
|
Facebook'ta Paylaş
Tweet
Yavuz ve Zembilli:
Heybetiyle cihan Padişahlarını ürküten, dünyayı iki hükümdara dar bulan, fermanlarıyla yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir İslam alimi önünde boyun bükmüş, Allah huzurunda hesap verememe endişesiyle kendi fermanını yırtmış ve bu olayın ders olması için dilden dile aktarılmıştır… Bu ibret alınacak hadisenin içeriği şöyle hikayeleştirilir… Yavuz Sultan Selim Edirne’ye gidiyordu. Belli bir yere kadar padişahı yolcu ettikten sonra geri dönerken, devrin müftüsü Zembilli Ali Efendi, elleri arkasına bağlanmış 400 kişiye rastladı. Bunlar padişahın ipek ticaretini yasaklamasına rağmen ferman dinlemeyen tüccarlar olup, hepsi de idama mahkum edilmişti. Bunu duyan müftü efendi atını geri çevirip sürdü. Padişahın arkasından yetişti, her ikisi de at üzerindeydi. Zembilli söze başlayıp dedi ki: -Padişahım! Gördüm ki bazı adamlar bağlamışlar… Eğer muradınız katl ise indAllah helal değildir. Yavuz Selim Han işine müdahale edilmesine çok sinirlendi, beti - benzi attı. -Mevlana! Nizam-ı Alem için insanların üçte birini katletmek helal değil midir? diye sordu. Müftü efendi: -Helaldir amma, cihanın işleri bozulup, fitneler çıktığı zaman helaldir. diye karşılık verdi. Yavuz daha çok öfkelenerek, kendi emrine muhalefet etmenin en büyük fitne olduğunu söylediyse de şeyhülislam, meselenin hiç de öyle olmadığını izaha çalıştı. Bu ısrar Yavuz’u sakinleştireceği yerde büsbütün celallendirdi ve: -Ben sana dedim ya, saltanat işlerine karışmak senin vazifen değildir! diye çıkıştı. Zembilli Ali efendi de asabileşmişti: -Sultanım, bu ahiret işidir. Buna karışmak benim vazifemdir. Eğer affederseniz, kurtulursunuz. Aksi halde büyük bir ilahi cezaya müstahak olursunuz, diyerek selam bile vermeden padişahın huzurundan ayrıldı. Sultan Selim bir müddet olduğu yerde kalıp, düşünceye daldı. Devlet erkanı, atlarının üstünde hayret ve dehşet içinde bekleşiyordu. Yavuz Sultan, suçluların hepsini bağışladı. Sonrada şeyhülislam Zembilli’ye bir mektup göndererek: -Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini birleştirip, sana verdim. Bildim ki cümle sözünde hak üzeresin, dedi. Yavuz Sultan Selim’in Büyük İdeali: Yeniçerilerin saygısız bazı davranışları, en olmadık zamanda yaptıkları taşkınlıklar Yavuz’u bunaltıyor, canını sıkıyor ve zor durumda bırakıyordu.. Aldığı sert tedbirlerle suçluları derhal cezalandırmak onun gönlünü sakinleştirmiyordu. Yavuz Padişah, kendi buyruklarına kayıtsız - şartsız bağlı bir orduyla İslam’ı cihana yaymak istiyordu. Nihayet bir gün yeniçeri ileri gelenlerini huzura çağırarak şunları söyledi: -Muradınız bu itaatsizlikte devam etmekse haber verin, şimdi nefsimi hükümetten men edeyim. Ben bu saltanatı mücerret İslam’a hizmet için babamın elinden aldım ve İslah-ı alem uğruna birader ve birader zadelerimi feda eyledim. Biat teklif ettim, kabul ettiniz. Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübinin teyidine uğraşıyorum. Eğer İslam’ı ihya etmek maksadınız değilse, benim de nefsü’l-emir de saltanata kat’a hevesim yoktur. Osmanlı Korkusu: 1534 yılında Viyana’daki St. Stephen Katedrali’nde Osmanlı Akıncılarını gözlemesi ve Akıncıları görünce çan çalarak haber vermesi için bir memuriyet kuruldu. Bu memuriyet Viyana Belediye Meclisi’nce: "Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından böyle bir memuriyete gerek yoktur." denilerek ancak 1956 yılında (tam 422 yıl sonra) iptal edilmiştir. Atatürk Hakkında Bilmedikleriniz: *Atatürk`ün dünyada `başöğretmen’ sıfatlı tek lider olduğunu, *Bir geometri kitabı yazdığını, *Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin (Türkçe) isim babasının bizzat Mustafa Kemal olduğunu, *Norveççe`de `Atatürk gibi olmak` diye bir deyim olduğunu. ’’Atatürk’’ çiçeği’nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını, *Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina’daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu, *’’Mimber’’ adında bir gazete çıkarttığını ve 52 sayı yayımlanan gazetede ilk defa sansür kelimesi geçtiğini, *Kurtuluş Savaşı’nda rütbe alan bir çok kadın askerlerimizin olduğu, dünya tarihine geçen tek bir üsteğmenimizin olduğunu, Üst teğmen Kara Fatma’nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin reisliğine bizzat Atatürk tarafından atanmış olduğunu, *Bir röportajda Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?" diye sorulduğunda "Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için, davet gelirse düşünürüz" dediğini ve bunun üzerine BM yasasının değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu, *1938’de, General McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim" dediğini, *1938’de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde; "Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini, *1996’da Haiti Cumhurbaşkanının vasiyetinde, mezar taşına yazılmasını istediği metinde; "Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm" yazdığını, *2000’de ABD Başkanı’nın milenyum mesajında; ’’ Milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir" denildiğini, *2005’de Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Johns`un önerisinin "Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk’ü örnek alsın yeter" olduğunu, *2006’da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini, Padişahların Günlük Hayatları Programlıydı: Padişahların günlük vakitleri ve programları genellikle 24 saatin üç saati ibadet ve Kuran okumaya, iki saati tarih ve benzeri kitaplar okumaya, dört saati memleketin meselelerini vezirleri ve diğer müşavirleri ile görüşmeye, altı saati gezmeye ve avlanmaya ve benzeri gezintilere, dokuz saati de ailesi ile beraber olmaya ve uykuya ayrılmıştı. Doğdular, yaşadılar ve öldüler: Bir zamanlar doğuda çok akıllı ve bilgili bir hükümdar varmış. Bu hükümdar, yeryüzünde yaşayan insanlara ilişkin her şeyi bilmek istiyormuş. Vezirlerini yanına çağırmış ve: -Bana dünyadaki tüm ulusların tarihini yazın, geçmişte ve şimdi nasıl yasadıklarını, hangi savaşlara katıldıklarını ve çeşitli ülkelerde gelişmiş iş ve sanat kollarını anlatın!" diye buyurmuş. Ve onlara beş yıl süre tanımış. Vezirler önünde saygıyla eğilmişler. Sonra krallıktaki akıllı adamların en akıllılarını bir araya toplamışlar ve hükümdarlarının dileğini iletmişler. Beş yıl sonra vezirler sarayda tekrar toplanmışlar. -Büyük hükümdarım, dileğiniz yerine getirildi! Dışarıya bakarsanız isteğinizin karşılandığını görürsünüz... demişler. Hükümdar hayretle gözlerini açmış. Sarayın önünde sonu ufukta kaybolan bir deve kervanı duruyormuş. Her devenin sırtında iki dev heybe ve her heybenin içinde de, marokenle güzelce kaplanmış on büyük cilt varmış. -Bu nedir? diye sormuş hükümdar. -Bu dünya tarihidir, diye yanıtlamış vezirler. -Buyruğunuz üstüne bilge kişiler beş yıl durmadan çalıştılar! -Benimle alay mı ediyorsunuz? diye kükremiş kral. -Ömrüm bunların onda birini bile okumaya yetmez! Söyleyin kısa bir tarih yazsınlar. Ama tüm önemli olayları içersin. Ve onlara bir yıl daha süre vermiş. Bir yıl geçmiş ve yine kervan sarayın önünde durmuş. Bu kez yalnızca on deve boyundaymış ve her devenin sırtında iki heybe, bunların içinde de on cilt kitap varmış. Kral çok öfkelenmiş. -Bugüne kadar tüm ulusların yaşadığı yalnızca en önemli olayları yazmalarını söyleyin onlara. Ne kadar süre isterler? Akıllı adamların en akıllısı öne çıkmış ve: -Yarın efendim. İsteğinize yarın kavuşacaksınız, demiş. -Yarın? diye yinelemiş hükümdar şaşkınlıkla. -Çok iyi. Ama beni aldatıyorsanız başınızı yitireceksiniz! .Sonunda mavi gökyüzünde güneş yükselmiş, uyku çiçekleri tüm büyüleyicilikleriyle açmışlar ve hükümdar bilge kişiyi yanına çağırtmış. Yaşlı bilge elinde ufacık bir tahta kutuyla içeri girmiş. -Ey ulu hükümdarım, tüm insanlık tarihinde yaşanmış en önemli olayları burada bulacaksınız, demiş kısık bir sesle. Kral kutuyu açmış. Kadife bir yastık üstünde küçük bir parça parşömen duruyormuş. Ve orada tek bir cümle yazılıymış: "Doğdular, yaşadılar ve öldüler." İstanbul’daki Büyülü Şeyler: Bir zamanlar Ayasofya’nın güney tarafında, dört mermer sütun üzerine dört büyük meleğin resmi yapılmış. Bunlar dört ayrı bölüme bakarmış. Yılda bir kere Cebrail’i gösteren resim kanat çırpıp bağırınca, doğu bölgelerinde bolluk olur, derlermiş. İsrafil resmi kanat çırparsa, batıda kıtlık olurmuş. Mikail resmi kanat çırparsa, kuzey bölgelerinde bir kahraman çıkarmış. Azrail resmi kanat çırparsa, dünyanın her yerinde veba hastalığının çıkacağına inanılırmış. Hz.Peygamber’in doğduğu gece bir mucize olarak meydana gelen depremde sütunlar yıkılıp yerle bir olmuş. Evliya Çelebi’ye Babasından Öğüt: Bir gün “Hoş geldin Bursa seyyahı, sefa getirdin” dedi babam. Oysa benim nereye gittiğimi kimse bilmiyordu. Ya da ben öyle zannediyordum. “Babacığım!Bu fakirin Bursa’da olduğunu nereden bildiniz?” deyince babam: -Sen 1050 senesi Muharrem ayında kaybolduğun gece, ben nice etkili dualar okudum. O gece rüyamda seni gördüm. Bursa’da, Emir Sultan Tekkesi’ndeydin. Ağlıyordun. Gezi için izin istiyordun. O gece nice canlar, sana izin vermem için bana yalvardı. Ben de izin verdim. Birlikte Fatiha okuduk. Bak oğlum, bundan sonra sana bol bol seyahat görünüyor anladığım kadarıyla. Ama öğüdümü dinle, dedi. Elimden tutup ayağa kaldırdı. Sağ eliyle sol kulağımı bükerek: -Oğul! -Sakın ola besmelesiz yemek yeme. Adam yoksul olur. Sırrın varsa en yakınına bile söyleme. İyi adını kötüye çıkarma. Kötüye yoldaş olma. Zararını çok çekersin. Sen daima ileri yürü! Gözüm benim, geri kalma. Ekili tarlaya basma. Dost payına göz dikme.Bir şey koymadığın yere el uzatma. İki kişi konuşurken dinleme. Ekmek ve tuz hakkını gözet. Davetsiz bir yere gitme. Gidersen, güvendiğin yere, dürüst kimseye git. Sır sakla. Topluluklardan duyduğun sözleri aklında tut. Evden eve söz taşıma. Dedikodu etme, ahlaklı ol. Herkesle iyi geçin. İnatçı ve kötü sözlü olma. Yaşlılara saygı göster. Senden büyüklerin önünde gitme. Her zaman temiz ol. Haram ve yasak olan şeylere yaklaşma. Beş vakit namazını bırakma. İlim ve erdeminle meşhur ol. Oğul! Büyük adamlarla, vezirlerle beraber olursun. Dünya için bir şey isteme ki kendinden nefret ettirme. Eline geçen malı boş yere harcama. Tutumlu ol ki kimseye muhtaç olma. Su uyur, düşman uyumaz. Uyanık ol. Allah yardımcın olsun. Bu öğüdümü kulağına küpe et, deyip enseme bir pehlivan tokadı vurmasın mı? -Yürü! Sonunda hayır ola! Fatiha, dedi. Tokadın etkisinden kurtulup gözlerimi açınca evimizin içi nurla dolmuştu. Hemen babamın elini öptüm. Bana on iki kitap hediye etti. Bir miktar da para verdi. -Yürü! Ne tarafa istersen gidebilirsin. Ama gurbet elde tedarikli ol, cömert ol. Dertlilere yardım et. Alnımdan öptü. Kalp gözüm açılmıştı.Heyecanlanmıştım, sevinmiştim. Ertesi gün, İzmit’e doğru yola çıktık. Osman Gazi’nin Rüyası: Osman Gazi bir gece Şeyh Edebali’nin zaviyesinde misafir kalmıştı. Gece, vakit hayli ilerleyince istirahat etmek üzere odasına çekilmişti. Fakat yatmak üzereyken rafta gözüne ilişen Kuran-ı Kerim’e saygısından dolayı yatamadı. Uyuyamadı. Kuran’ı alıp okumaya başladı. O gece sabaha kadar Kuran okudu. Tam 6 saat. Hikmet-i İlahi, Osman Gazi Han’ın Kuran’a olan bu saygısından dolayı her okuduğu saate 1 asır lutf edilmiş, hanedanı 6 asır hükümran olmuştur 7 cihana. Vakit sabah ezanlarına yaklaşmışken, yorgunluk ve uyku da bir hayli bastırmışken, Kuran elinde, yaşlandığı yerde, tatlı bir uykuya daldı Sultan Osman Han. Uyurken bir rüya gördü. Rüyasında kendisi Şeyh Edebali’nin yanında yatıyordu. Edebali’nin göğsünden bir hilal doğdu. Hilal biraz yükseldikten sonra büyüdü, büyüdü ve dolunay haline gelince kendisinin göğsüne girdi. Daha sonra göğsünden bir ağaç bitip büyümeye, yükselmeye başladı. Bir çınar ağacıydı bu. Büyüdükçe yeşerdi, güzelleşti. Dallarının gölgesiyle bütün dünyayı kapladı. Ulu çınarın gölgesinde dağlar, dağların dibinde pınarlar gördü. Ağacın yanında ise dört sıra dağlar gördü ki bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkanlardı. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna çıkıyordu. Bu nehirde koca koca gemiler yüzüyordu. Tarlalar ekin doluydu. Ağaçlar meyve dolu. Dağların tepeleri ormanlarla örtülüydü. Ruy-i Zemin yemyeşil, asuman masmaviydi. Vadilerde şehirler vardı. Şehirlerde camiler arz-i didar ediyordu. Bunların hepsinin altın kubbelerinde birer hilal parlıyor, minarelerinde müezzinler ezan okuyorlardı. Ezan sesleri ağaç dallarındaki kuşların cıvıltısına karışıyordu. Bir ara ulu çınarın yaprakları kılıç gibi uzamaya başladı. Derken bir rüzgar çıkıp bu yaprakları İstanbul’a doğru çevirdi. Şehir iki denizin ve iki karanın birleştiği yerde iki masmavi firuze ile iki yemyeşil zümrüt arasına oturtulmuş pırıl pırıl bir elmas gibiydi. Sanki bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülke gibi halkalanan bir yüzüğün kıymetli taşını andırıyordu İstanbul. Ve nihayet Osman Gazi Han bu yüzüğü parmağına takıyorken uyandı. Sabah ezanları okunuyordu. “Hiç Birinize Kıyamadım.”: İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler. Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk. Yaveri: -"Ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz" der. -"Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım" der. Yaveri: -"Aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik" der. Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap der ki: -"Geç fark ettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat uyuması". Çanakkale’de Ne İşi Varmış?: Cumhuriyet’in ilanından sonra İstanbul’da bir resepsiyon verilir. Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ataşeleri de davet edilir. Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat İngiliz ataşesi olan binbaşının bakışları Mustafa Kemal’in gözünden kaçmaz. Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam etmektedir. Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.Yaver Mustafa Kemal’e şöyle der: -Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana Mustafa Kemal’in Çanakkale’de babasını öldürdüğünü söyledi. Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der: -Git sor bakalım babasının Çanakkale’de ne işi varmış? Mustafa Kemal ve Bakara Suresi: Mustafa Kemal, kurulacak devletin şekli ile ilgili toplumun her kesiminden insanlarla görüşmeler yaparken sıra, mollalar, şeyhler ve din büyüğü geçinen kişilere gelir. Mustafa Kemal bunlara haber göndertip, gelecek hafta kendileriyle bu konuyu görüşeceğini ancak konuşmalarının bir temeli olarak katılacak olan herkesin Bakara suresini 288. ayetine kadar okumalarını rica eder. Toplantı günü gelip çattığında, Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve sorar: -Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hepinizden Bakara suresini 288’e kadar okumanızı rica etmiştim. Kimler okudu Bakara’yı 288’e kadar? Salondaki bütün eller istisnasız olarak bu ricayı yerine getirdiklerini belirtmek için havaya kalkar. Bunu üzerine Mustafa Kemal sözlerine devam eder: -Beyler işte, kuracağımız devletin neden din temeline dayanamayacağının açıklaması: Bakara yalnızca 286 ayettir. Atatürk ve sakal meselesi: Atatürk Amasya ziyaretinde Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk’ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar: -Kimdir bu? Vali yanıt verir: -Efendim kendisi Şıh’tır. Yörede çok hatırlısı vardır. Atatürk Şıh’ı yanına çağırır ve: -Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber Efendimizinki gibi kısaltsan, der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh: -Emrin olur Paşam, diyerek yerine çekilir. Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya’daki Şıh’ı hatırlar ve valiyi telefonla arayıp durumu sorar.Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh’ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp,yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya’dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara’ya yola çıkmış... Şıh gelir Ata’nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş,sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk’ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata’ya sorarlar: -Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp: -Dün akşam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh’ı Afyon’a vali atadığımı bildirdim, der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh’a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır: -İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla... Öğretmenler Gününün Kısa Tarihçesi: Türkler, ilk önceleri Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmışlardır. 8. Yüzyıldan itibaren, İslamiyetin kabul edilmesiyle birlikte Uygur alfabesi bırakılarak Arap alfabesine geçilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı kazandıktan sonra, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i kuran ulu önder Atatürk, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda birçok yeniliği başlatmıştır. Bu yeniliklerden biri de, 1 Kasım 1928 tarihinde çıkarılan 1353 sayılı kanunla, Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin kabulü olmuştur. Bu tarihten itibaren yeni harflerin öğrenilmesi ve okur yazar sayısının artırılması konusunda büyük bir seferberlik başlatılmıştır. 24 Kasım 1928 tarihinde açılan, Millet Mektepleri’nde, yaşlı, genç, çocuk, kadın... Herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Millet Mektepleri’nin açılışı ve Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul tarihi olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır. Hz.Ali’nin Rüyası: Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali’ye müracaat etti. Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını rica etti. Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti. - "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arz etmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder." Hz.Süleyman ile Karınca: Bir gün Süleyman Peygamber bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da, -"Bir buğday tanesi yerim" diye cevap verir. Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi? Bunun üzerine Hz. Süleyman karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar. Karınca da: -"Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah verirdi. Ben de O’na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım" diye cevap verdi. Osman Gazi’nin İtirazı: Osmanlıların bağımsızlıklarını ilan ettikleri ilk günlerde Germiyan vilayetinden bir adam Osman Gazi’ye gelip: -Pazarın bacını (vergisini) bana satın, dedi. Osman Gazi sordu: -Bac nedir ki? -Pazara her kim yük getirirse ondan on akçe almaktır. -Sebep nedir ki bunlardan akçe alasın? -Adettir. Bu bac mülkün padişahı için alınır ve bunu tahsil eden de içinden hisse alır. -Bu Tanrı buyruğu mudur? Yoksa bunu her yerin padişahı mı ihdas etmiştir? -Sultan töresidir. Osman Gazi kızmıştı. Adama: -Defol, burada durma ki sana ziyanım dokunmaya. Bir kişi ki malını kendi eliyle kazanmış, bana ne borcu ola, diye bağırdı. Fakat Osman Gazi’nin yanındakiler izahat verdiler ve bu paranın devlet için lazım olduğuna ona ikna ettiler. Neticede ilk Osmanlı kanunu çıktı. O kanunun birinci bendi şu idi: “Her kişi ki bir yük sata, iki akçe versün, eğer satmaya, hiç nesne vermesün...” Ben O Yüzden Ağlamıyorum: Behlül Dana, bir gün Halife Harun Reşid’in huzuruna gelir. Halife o sırada tahtında olmadığı gibi odasında da yoktur. Fırsattan istifade eden Behlül Dana tahta geçer oturur. Biraz sonra koruma görevlileri bakarlar ki tahtta biri oturuyor, onu hemen aşağıya indirirler ve başlarlar dövmeye... Bir müddet sonra halife gelir ve bakar ki Behlül ağlıyor... Hemen sorar: -Niçin ağlıyorsun, ne oldu? Halife, muhatabından cevap alamayınca, korumalara sorar aynı soruyu: -Ne oldu buna? Korumalar şöyle derler: -Ey müminlerin emiri! Bu adam, sizin makamınızda oturuyordu. Biz de akıllansın diye bir iki vurduk. Ondan ağlar. Behlül hemen söze karışır: -Hayır. Ben o yüzden ağlamıyorum, senin için ağlıyorum. Ben ömrümde bir kez bu makama oturduğum için bu dayağı yedim. Sen ki her gün oturuyorsun, acaba ne kadar dayak yiyeceksin? İki Bardak Su: Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış. Hükümdarın yasamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş: -Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun? Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş: -Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz? -Verirdim tabii. -Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz? Hükümdar biraz düşünür ve ardından: -Ölmemek için evet, der. Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söyler: -Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur. |
|||||||
![]() ![]() ![]() |
Etiketler: Tarihi Hikayeler..